Tuesday, October 13, 2015

Candids.

Mutlu bi' hayat yaşayabilmem için çok fazla beklenti var. Benim kendimden, başkalarının benden, benim başkalarından.

Ayarlayamıyorum.

Her şeyi dengede tutmak o kadar zor ki. Dersleri, ilişkilerimi, uykumu, hatta kilomu. En çok kilomu.

9gag postu vardı bi tane, dur bulucam, accurate as fuck.

Beni Jedi olarak yaratmayan rabbim, isyandayım, sen affet.

Dur lan, bunu demicektim.

Ya ben multifonskiyonla yaşamaya programlanmamışım. Mutfak robotu, rende, elektrik süpürgesi filan olmak istiyorum. Tek bir amacım, fonksiyonum olsun. Rendelemek mi, kesmek mi, su kaynatmak mı, tek bi şey yapayım ya, iyi yapayım onu da. Bana sorarsan, tek bi şey yapacaksam seveyim. Çok güzel seviyorum lan, altını üstünü, önünü arkasını, kusurunu eksiğini seviyorum. Sherlock seviyorum, Oasis seviyorum, babamı seviyorum, önünü alamıyorum. Ayarlayamıyorum ama. Sherlock da beni o kadar sevsin istiyorum, Oasis sırf beni seviyor diye birleşip Diyarbakır'da konser versin falan istiyorum.

Nazım Hikmet demiş;
sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?

Beklenti.
Şart anasını satayım, hem sen elmanın beni sevmediğini nereden biliyorsun, belki nanofrekanslarla yayılan elma dilinde bana seranat yapıyo elma? Belki Benedict gece rüyalarında beni görüyo da karısından çekinip anlatamıyo. Ben de seni seviyorum Ben.

Sünger gibiyim sevgi konusunda, verdikçe çekiyorum, şiştikçe şişiyorum, herkes, her şey beni deliler gibi sevsin istiyorum, hastalık mı bu? Noel Gallagher beni daha fazla sevsin. Manchester City kadar sevsin. Hayır biraz daha fazla. Jack White bana soyadını versin istiyorum, Nupelda Aydemir White olayım, ironik filan da hem, komik olur. Hayır Jack, kendi soyadım da duracak, babamı çok seviyorum.

Korktun mu?

Kork.

Şakayı-komikliği, meibom ve zeiss bezlerimin öbür tarafına koyarsak, aşırı çaresizim. Ne kendi beklentilerimi karşılayabiliyorum, ne başkalarınınkini. Çünkü tembelim.

Başkalarından beklentilerim de karşılanmıyor ama. Çünkü devamlı ve sürekli bir sevgi ihtiyacı içerisindeyim.

Filmlerin, kitapların, dizilerin romantize ettiği sevgiyi bekliyorum sanırım. Annemden, babamdan, kardeşimden, arkadaşlarımdan, sevgilimden, My Mad Fat Diary'deki Finn'den, Michael Fassbender'dan. Ehe. Şakalar komiklikler gl.lacrimalis'in öbür tarafına tabi.

Ben bu salak şeylerle büyüdüm, ne biliyim, Uğultulu Tepeler'deki aşkından ince hastalığa yakalanıp ölenlerle, Stand By Me'deki River Phoenix'in arkadaşlarına duyduğu korkunçlu sevgiyle, Harry Potter'ın annesinin sevgisiyle filan. Bekliyorum lan. Ben öyle seviyorum çünkü.
Yeterli olduğum tek konu bu, yeminle. Sevemediğim şeyi/insanı, kendimi aksine inandırmaya ne kadar çalışırsam çalışayım, üzerinde ne kadar süre uğraşırsam uğraşayım sevemiyorum, bi yerde cortluyo. Ama sevdiğim şeyi/insanı baya güzel seviyorum. Doğum gününü unutuyorum, ekranını çatlatıyorum, dikişleri patlayana kadar giyiyorum, üzüyorum kırıyorum ama baya baya seviyorum. Geçmiyo da.

Ama hiçbiriniz yeterli değilsiniz lan.
Valla.
İyi geceler.


Monday, March 16, 2015

Vatican Cameos.

Şımarık hissediyorum.

Ama insan olmanın getirisi bu bence, yani herkes böyledir. İçinde bulunduğun durumda eninde sonunda, genelde sıklıkla, bi şekilde sorunlar, pürüzler çıkıyor ve bu seni bi şekilde rahatsız ediyor. Uzun süre çıkmadığı durumlar da oluyor, o zaman da sıkılıyorsun. Herkes böyledir, şımarıklık bu, evet, ama insani.
Bi süredir bunu düşünüyorum, 'insani' ne demek diye, doğru ya da yanlış başka şeyler, bence davranışların bu temelde değerlendirilmesi gerekir. Hatalıysa o insan, bi şekilde, dışarıdan ya da kendi vicdanıyla cezalandırılır, bi süre sonra ikisi de rahat bırakır. Ama 'insani' değilse o davranış, ne yapılacağını ne yapılması gerektiğini düşünmek beni aşıyor. Temellendireyim, örnek vereyim. Cinayet mesela, yanlıştır, herkes de bunda hemfikirdir. Altında yatan şey önemli ama bu şekilde değerlendirmek için. Bir kendine tecavüz etmeye kalkan bi adamı karşı koyarken öldüren bi kadın düşünün, bir de işte birini sebebi her ne olursa olsun doğrayıp parçalara ayırıp çöp konteynırlarına atan insanları düşünün. İki durumda da yanlış bi durum var ortada, aradaki fark 'insani' olup olmaması. Doğruyu yanlışı gözardı etmek gerektiği değil anlatmaya çalıştığım, sadece bi kritere daha dikkat çekmek. Bence ilk durumun da yüceltilmemesi gerekir mesela.

Her neyse, olay bu da değildi, sadece kastettiğimi anlatmaya çalıştım. Plan da yapmadım yazıya başlarken, yazıveriyorum.

Düşünüyorum, sıkıntım nedir diye, bulamıyorum, gerçekten aklıma somut bi cümle gelmiyor. Ama boşluktayım, yiyip içip sıçıyorum, geri kalan hayati olmayan şeyler boş geliyor. Yaşıyor hissetmiyorum. Bi şeyde kararlılık gösteremiyorum bu boşluk hissi yüzünden, İnsanlarla bi konuyu tartışırken bile sonuna kadar getiremiyorum, haklı olduğumu düşünsem bile hala 'tamam' diyorum, 'sen haklısın', ya da susuyorum. Enerjim yok. Bu yazıyı yazmak bile gelmiyor içimden, zorluyorum, çünkü bunun beni rahatlattığını düşünüyorum. Bu yüzden sadece rahat hissetmediğimde yazıyorum buraya.

Boşluk ya, her şey zamanın görece daha hızlı akması için gereken şeyler gibi geliyor. 'Şuraya da gideyim, şunu da yapayım, şunu da okuyayım, şunu da izleyeyim de vakit geçsin' Hiçbi şey anlam ifade etmiyor, hiçbi şeyin sonuçlanacağı yer ilgimi çekmiyor. Bu belki de beklentilerle alakalıdır. Kendi hayatım o kadar renksiz, o kadar ilgimi çekmiyor ki, izlediğim-okuduğum-dinlediğim şeylerin içinde yaşıyorum resmen. Yeterince zekice, ilgi çekici, dikkat dağıtıcı şeyler bulduğum zaman günlerce, haftalarca hatta aylarca-yıllarca, tekrar tekrar tekrar dinliyor-izliyorum bunları. Bir haftadır neredeyse sadece bir albüm, çoğunlukla tek bir şarkıyı dinledim mesela. Başka bi şey düşünmüyorum, o kadar güzel ki, kafamı tamamen meşgul edebiliyor. Sözlerine eşlik ediyorum dudaklarımla ses çıkarmadan, kime yazıldığını düşünüyorum, neden, nerede yazıldığını düşünüyorum. Tekrar tekrar tekrar tekrar. Hoşuma gidiyor bu, çaresizce, mutsuzlukla yapılan bi şey değil bu. Sevdiğim dizileri, filmleri tekrar tekrar izliyorum. Repliklerini ezberlediğim karakterler konuşurken arkadaki kitaplığı inceliyorum, ne okuyor diye, koltukları, duvarkağıdını. Uyurken bile, kulağımdan kulaklığı çıkarmıyorum, sabaha kadar çalıyor müzik. Bi an bile boşluk yaratmamaya çabalıyorum. Ve hayatımın en mutlu anları bunlar, ağzına sıçayım. Ve kabul etmek bir müddet çok zor geldiyse de, bu her zaman böyleydi. Okumaya-anlamaya başladığımdan beri, ki okumayı ne zaman öğrendiğimi dahi hatırlamıyorum, baya erken öğrenmişim, her zaman hayatım çok daha az ilginç geliyodu bütün o hikayelerden, ve kabullenemiyodum. Okulda, serviste, sitede böyle efsaneler, korkunç hikayeler, içinde görgü tanığı olduğum heyecanlı hikayeler anlatıyodum. Bazılarına sonradan ben de inanıyodum. Bunları yazarken bile, aklımdan John Watson da psikologuna 'Nothing happens to me.' dedikten sonra Sherlock Holmes'le tanıştı, diye geçiriyorum. Bilmiyorum, çok sağlıksız gelebilir bunlar kulağa oradan, öyledir de muhtemlen, ama gerçekten tutunmaya çalışıyorum, çabalıyorum, ama bunu yaparken hiç zevk almıyorum hatta tam tersine hayat benim için daha da zorlaşıyor.

Need a Holmes to my Watson.

İygeceler.