Friday, March 31, 2017

Veda.

I.

İlk, belki de son kitabımı on yaşımda yazdım. Adı “Uzay Maceraları” idi. Aslında izlediğim dedektifli çocuk filmleri ile okuduğum bilim kurgu kitaplarının harmanlanmış bir versiyonuydu, bir yandan yazıyor bir yandan da bu yarı hayal ürünü yarı kolaj hikâyeyi büyük bir zevkle resimliyordum.

İlkokul dördüncü sınıftaydım, sınıf öğretmenimiz hastalanmış, birkaç hafta okula gelmeyecekti, bu yüzden de derslerimiz boş geçiyordu. Neden hiç hatırlamıyorum, öğretmenimizin gelmeyeceği kesin olsa da bir süre bütün sınıf okula gitmeye devam etti. Bir ilkokul öğrencisinin hayalini yaşıyorduk, ondandı bu belki de. Boş geçen bu her zamankinden bir şekilde kısa günlerde bütün çocuklar bahçede top veya kovalamaca oynamak ya da sınıfta birbirlerini hırpalamakla meşguldü, bense pek sevilen biri olmadığımdan çoğunlukla sınıfta tek başıma otururdum, bunu da sonradan üzerine düşününce çirkin bir çocuk olmama bağlıyorum. Çocuklar böyle şeylere karşı daha acımasızlar, estetik bulmadıkları şeye katlanmak için hiçbir sebepleri yok çünkü. Top oynamayı ya da bahçede oynamayı da hiçbir zaman sevmedim, muhtemelen başından beri göz önünde duracak kadar estetik olmadığım için oyunlara kabul edilmekte sorun yaşadığımdan. Biri beni oyun oynamaya çağırıyorduysa eğer tek ihtimal vardı: son çareydim. Böylece, sınıfta tek başıma otururken yapacak başka bir şey bulamayınca, kitabımı yazmaya başladım. Henüz kitabımın ilk gününde önümde oturan Umut’un anahtarlığına takıldı gözüm, telefon kablosuna benzeyen küçük spiral bacakları ile, yumruk büyüklüğünde kırmızı plastik bir ponpona kondurulmuş hareketli plastik gözler ve yeşil bir fötr şapkadan oluşan bu komik yaratık kitabımdaki o bilinmeyen gezegenin yerlilerini oluşturmaya çok uygun göründü gözüme. Kitaba daha iyi resmetmek için Umut’tan ödünç aldım onu ve bu şekilde Umut ilk defa ne yaptığıma dikkat etmeye başladı. Sonrasında olaylar çok hızlı gelişti: kitabı tek başıma yazıyor ve resimliyordum ama önce Umut, sonra sıra arkadaşım Havva sonra Rojda, Özlem, Sidar, Server, bir anda sınıftaki neredeyse herkes kitabımda yer almak istemeye başlamıştı. Sınıftan birinin kızıl saçlı annesini önceki gün televizyonda gördüğüm bir filmin adından esinlenerek Cehennem Silahı ilan ettikten ve bu şeytanı devirmek için bir dedektiflik kulübü kurduktan sonra zamanla yalanıma kendim de inanarak ciddiyetle raporlar tuttuğumdan beridir bu kadar popüler olmamıştım (3 üyem vardı o zaman: Gül, Ecem ve Ceren), yavaş yavaş herkesi uzay mekiğime almaya başladım.

Zamanımın tamamını bu kitabı yazmaya ayırıyordum, evde, okulda, serviste, her yerde kitabı düşünüyor ya da yazıyor-çiziyordum. Kitabın sonunda,  TRT’de yayınlanan bir çocuk filminde anlatıldığını gördüğüm ‘Prenses ve Bezelye Tanesi’ hikâyesinden esinlenerek bir prensesi kurtarıyor ve Kral tarafından ödüllendiriliyorduk. Hemen ardından hepimiz ortak gördüğümüz bu rüyadan aynı anda uyanıyor ve tam her şeyin bir rüya olduğuna inanacakken ceplerimizde o dünyaya ait bazı şeyler buluyorduk her birimiz. Kitap bittiğinde evde televizyon karşısında bir koltuğa kurulmuş, misafir geldiğinde çayını, pasta-börek tabağını koysun diye çıkarılan, her evde bir örnek bulunan iç içe geçmeli sehpaların birine keçeli kalemlerimle yayılmıştım. Tamamını elle yazıp çizdiğim kitabımı anneme götürüp verdim, okudu, gülümsedi, sonra güzel bir şey söyledi ama ne söylediğini anımsayamıyorum. Güzel bir şeydi olduğundan eminim ama. Aylar sonra bir arkadaşına “Oturdu kitap yazdı biliyor musun? Öyle acayip şeyler var ki, bir prenses on kat yatağın altından bir bezelyeyi hissedebilirmiş falan, çok yaratıcı.” Dediğini duydum. Belli ki hikâyeyi bilmiyordu, benim uydurduğumu sanmıştı. Övülmek hoşuma gitti ama biraz sahtekâr gibi hissettim.

Kitap bittikten çok da uzun olmayan bir süre sonra ikincisini yazmaya başladım. Bu sırada aynı sınıfta okuduğum kuzenim Berçem ilk kitabımı okumak için bir geceliğine ödünç almak istedi, verdim ben de. Ertesi gün ya da birkaç gün sonra, tam hatırlamıyorum, geri getirdiğinde, tek başıma yazdığım kitabın önüne ve arkasına hâlâ dehşetle hatırladığım siyah kalın uçlu bir keçeli kalemle koca koca harflerle YAZARLAR kısmı eklenmiş, kendi adı ve kardeşinin adı en başta olmak üzere kitaptaki bütün karakterlerin adları alt alta yazılmış, özensiz ve simetriden nasibini alamamış dalgalı bir çizgiyle çerçevelenmişti. Kitabın içini açtım, rastgele karakterlerin adları kapkara karalanmış, yerine altına ya da üstüne o uğursuz kaba siyah harflerle, o çok çirkin, beceriksiz ve estetikten yoksun yazıyla ‘Berçem’ yazılmıştı. “Ç” harflerinin nasıl diğer harflere göre büyük yazıldığını hatırlıyorum, o fazla yuvarlak, obur çizgilerinin bana nasıl kaba, etli ellerinin henüz yontulmamış, kabataslak şekil verilmiş bir heykelin parmaklarını andıran parmaklarını anımsattığını hatırlıyorum, bunun nasıl midemi bulandırdığını hatırlıyorum, kalbimin nasıl attığını hatırlıyorum, “Nasıl olabilir böyle bir şey?” diye düşündüğümü ve Berçem’e pek bir tepki göstermediğimi hatırlıyorum. Neden bilmiyorum, hiçbir şey söylemedim ya da hatırlayamayacağım kadar zayıf bir tepki verdim. Onun kaba dokunuşları saflıkla yaratılmış bir şeyin ışığını alıp götürmüş gibiydi, kitap benim için özel ve sihirli olmaktan çıkmıştı sanki. Ya da sadece hevesimi yitirmiştim, bilmiyorum. Bu olaydan sonra ikinci kitaba asla dönmedim, ilk kitap kitaplıkta uzun süre asla dokunulmadan kaldıktan sonra bir gün ortadan kayboldu ve sonrasında yıllarca hiçbir şey yazmadım.

II.

Ortaokulda bilgisayar ve internet hayatıma girene kadar sadece okudum, günlüklerim dışında neredeyse hiç yazmadım. Bilgisayar ve internet evimize aynı anda girmişti. Daha öncesinde haşır neşir olduğum tek bilgisayar, aynı binada oturduğumuz aile dostumuzun o dönem en yakın arkadaşım saydığım kızlarının bilgisayarıydı. Yıllar boyu onlara her gittiğimde bilgisayar masasının yanına bir sandalye çeker büyülenmiş gibi oyun oynayışını izlerdim. Hiç oynamama izin vermedi, ben de hiç sormadım. Hiç şiddetle bilgisayar istemedim, oynamak da istemedim, hiç eksikliğini hissetmedim. Ama işte o gün, oturma odasında şu an kim olduğunu tam anımsayamadığım misafirlerle beraber yer sofrasında bir şeyler yiyorduk, o zamanlar televizyon karşısında yemek yiyebilmek için sık sık yer sofrası kurardık, tek televizyonumuz vardı, o da oturma odasındaydı; evdeki iki masa da mutfak ve salondaydı. Bir yandan televizyon izler bir yandan bir şeyler yerken birileri kapıyı çaldı, birileri kapıyı açtı, bir sürü tıkırtılar, poşet sesleri, konuşan birileri çalınıyordu kulağıma ama hiç umursamadım, televizyon izliyordum. Sonra babam odamdan çağırdı beni, istemeye istemeye gittim, kardeşimle ortak odamıza kurulmuştu bilgisayarımız. Hiç beklemiyordum, ağzımda hala yediğim şeyden bir lokma vardı, dışarıdan nasıl şaşkın görünüyor olabileceğimi gözümün önüne getirebiliyorum. “İnterneti de var üstelik” dedi babam pencereden içeri çekilmiş ince bir kabloyu işaret ederek, “Senin hediyen bu.” Sanırım doğum günümdü.

Böylece o zamanlar çok daha ilkel olan “internet”i keşfetmeye başladım. Başlarda acemice ilkel oyunlarla, arkadaşlarımla yazışmalarla oyalandım. Sonra “Rol Yapma Oyunu” denen şeyi keşfettim. Oyuna kaydolan herkes dış görünüşünden kişiliğine, soy ağacından geçmişine kadar yazarak belirlediği bir karakter oluşturmakla yükümlüydü. Uygun şekilde oluşturulmuş karakterlerin sahipleri diğer kullanıcıların karakterleri ile kurgular oluşturup, bütün kullanıcılar sadece kendi karakterlerini yönetecek şekilde yazarak kolektif bir hikâye oluşturuyordu. Başlangıç yoktu, bitiş yoktu, sınır yoktu. Yaklaşık 5 sene bu oyunu oynayarak yüzlerce hikâyenin parçası oldum. Başlarda annem yabancı bir şeye duyulan anlaşılabilir bir korkuyla bilgisayarda ne yaptığımı kontrol etmek için bitmez tükenmez bahanelerle arkamdan geçer durur, gizlice neler yaptığıma göz atar, çoğu zaman da “Şu siyah siyah sitelere girme Nupelda!” ya da “İnternet dipsiz kuyu vallahi!” diye sitem ederdi sadece. Fakat benim bilgisayarda, özellikle “siyah siyah sitelerde” geçirdiğim vakit arttıkça, başka şeylere, özellikle derslere ilgim azaldıkça annemin yaptırımları da artmaya başladı. Bilgisayar kullanmama önce sınırlamalar getirdi, sonra da tamamen yasakladı. Ben de bu işi yer altına indirmeye karar verdim. Okuldan gelir gelmez bilgisayar karşısına geçiyor, öğretmen olan annem akşam işten dönüp kapıyı çaldığında bilgisayarın fişini çekip hiçbir şey olmamış gibi davranıyordum. Bir gün okuldan döneli 5 saat olduğu halde üzerimde okul formalarımla oturduğumu görünce şüphelendi ve bilgisayarın tüplü monitörünün arkasına koydu elini, sıcaktı. Foyam ortaya çıkmıştı ama pes etmeye niyetim yoktu. Akşama kadar yazıyor, annemin gelmesine yirmi dakika kala bilgisayarı kapatıp monitörün arkasını üstüne önceden ıslatıp buzlukta soğuttuğum bezleri koyarak soğutuyordum. Annem her gün gelir gelmez bilgisayarın arkasını elliyordu, ama hiç yakalamadı beni. Bütün programımı, kurgularımı bu saatlere göre ayarlamıştım, sitenin en aktif üyelerinden biriydim, okuldan gelir gelmez bilgisayar başına koşuyor, saatlerce yazıyor, yirmi dakika kala bilgisayarı soğutuyordum. Uzun süre devam etti bu. Sonra aşık oldum.

III.

Her ergen gibi ben de aşkı yeni moda deri bileklikler gibi yaşadım. Herkesin başına gelmesi gerektiğine inandığım için ben de birilerini seçtim ve bunu etrafımdakilere ve kendime tekrar ede ede âşık olduğuma inandım. Mutlu oldum, zevkli ve kendimce havalı acılar çektim, özgüvenim sarsıldı, heyecandan dizlerim titredi, aşağılanmış hissettim. Ama bütün bunlar süresince sürekli kendimi bir filmin içinde hissederek yaşadım bunları, kahramanı benim kusursuz bir versiyonum olan dramatik bir filmin içinde. Kafamda sahneler ve hisler tasarlar, o sahneleri suni bir şekilde gerçekleştirir, tasarladığı hisleri ise taklit etmez, gerçekten yaşardım. Lisedeyken, sevgilimden ayrıldıktan hemen sonra –artık- eski sevgilim, hemen başka bir kızla görüşmeye başlayınca ciddi bir depresyona girmiştim. Gerçekten üzülüyordum aslında ama şimdi düşününce bu ‘üzülme’ işini uzatabildiğim kadar uzatmak için elimden geleni yapmışım. Üzülme ritüelleri oluşturmuştum çünkü: Mavi battaniyeme sarılıp müzik dinlemek, salondaki duvar boy pencerelerin önünde oturup kollarımı dizlerime sararak uzaklara bakmak, çok dolu kafamı boşaltmak için yaptığıma kendimi ikna ederek uzun saatler kitap okumak gibi. Uzun süre zevkle mutsuz kaldım. Şu anki durumun aksine bu uzun mutsuzluk periyotlarımın hiçbirinde tek kelime yazmadım.

Üniversiteye başladığım sene özellikle izlediğim filmleri, dizileri değerlendirmek, bu filmlerin bana düşündürdüklerini, hissettirdiklerini yazmak üzere bir blog açtım. Yazdıkça aldığım keyif artıyor, izlediğim filmleri daha iyi anladığımı hissediyordum, bu yüzden ciddi bir mesai ayırıyordum bu işe. Filmlerden sahne sahne görüntüler koyuyor, zevkle yaptığım çıkarımları sıralıyor, sürekli sitenin istatistik bölümünü takip ediyor, kaç insanın okuduğunu, kaçının gerçekten önemsediğini kestirmeye çalışıyordum. Fakat bu edebi bir uğraştan çok yazarak düşünme gibiydi, bu yüzden bir süre sonra kaçınılmaz bir şekilde özellikle mutsuzken hem kendimi hem de durumu daha iyi tahlil edebilmek, çözüm bulabilmek için yazmaya, yazarak düşünmeye başladım. İşe yarıyordu.

O dönemin sonu ise hayatımı altüst eden bazı olaylar sonucunda bir isteksizlik halinde geldi. Uzun süreli sevgilimle onu aldattığım için ayrılmıştık, ama o beni hayatından çıkarıp rahat bırakmak yerine anlaşılabilir bir öç duygusuyla eziyet etmekteydi. Ben ise suçluluk psikolojisinin verdiği uyuşuk bir uysallıkla bütün bunlara göğüs germeye çalışıyor ama korkunç derecede yıpranıyordum da. Bu olaylar sınav dönemime denk gelmişti, zaten çok da parlak bir durumda olmadığımdan kolayca sınıfta kalmıştım. Sanıyorum en son yazılarımı bu umutsuzluk döneminde yazdım, bunlardan bazılarını nedense bilgisayarımda saklamışım, bu dönemden elimde kalan sadece iki ya da üç yazı var. Çünkü aldatılmış eski sevgilim ya şifresini tahmin ettiği ya da bir şekilde beni söylemek zorunda bıraktığı bloğuma girip ‘bütün yazıların o istenmeyen sevgiliye yazılmış olduğu’ gerekçesiyle, ki sanıyorum bazıları öyleydi, bütün yazıları geri döndürülemeyecek şekilde sildi. Bütün emeklerim boşa gitmişti ve ben hiçbir tepki vermedim. Bir anlığına kalbimin nasıl attığını, başımdan aşağı dökülen sıcak suları hatırlıyorum ama tepki vermeyişim çaresizlikten, baskıdan ya da korkudan değildi. Çok da bir şey hissetmedim o an, sadece bir anlığına ateşe tutulmuş gibi. Sonrasında yıllarca –en azından kayda değer- hiçbir şey yazmadım.

IV.

Tahir Elçi’nin öldürüldüğü gün Murat’la tanıştım. Tanışmamızdan sonraki ilk 1 hafta neredeyse sürekli sarhoştum ve kendimi dinleme şansına sahip olamayacak kadar az yalnız kalıyordum ama ona çabucak âşık oldum. Yaklaşık 6 ay sonra odamın penceresinin önünde yerde yarı sarhoş oturmuş sigara içiyor, ona aslında her zaman yazar olmak istediğimi ama hiçbir zaman buna cüret edemediğimi, şimdi ise bunu başarabileceğimi düşündüğümü söylüyordum. İlişkimiz başından beri okuduğumuz kitapların etrafında döne döne ilerledi, birbirini tanımayan iki kişi ile odamda pencerenin önünde o atmosferi sevgiyle soluyan o iki insan arasına kitaplardan inşa edilmiş köprünün kilit taşı ise Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ıydı. Murat bana kitabın kendi okuduğu kopyasını vermiş, ‘en sevdiğim kitap bu benim, sen de oku istiyorum’ demişti. Hep bir gün bir kitap okuyayım ve bütün hayatım değişsin istemişim, elime yeni bir kitabı her aldığımda bunu ummuşum, bu heyecanla okumaya başlamışım, Yeni Hayat’ı okuduğumda anlamıştım bunu. Şimdi geriye dönüp bakınca, galiba Kara Kitap’ı okuduktan sonra hayatım bir daha eskisi gibi olmamış. Kitabı okumaya nasıl başladığımı düşündüğümde aklıma gelen şey belki de bu yüzden kitaptan yayılan ve beni içine çeken güçlü bir ışık. Kitabı okumadım, içine düştüm, Murat zaten oradaydı, beni bekliyordu. Beraber karanlık sokaklarda yürüdük, kardaki maviyi gördük, koca şehirde sokak sokak sevgilimizi aradık, minarelere tırmandık, hikâyeler dinledik, Türkan Şoray’a benzeyen hayat kadınlarıyla seviştik, aynaya baktık ve yüzümüzü okuduk, kendimiz olmak için kitaplara koştuk sonra da onlardan kaçtık, dışlandık ve bir başkasına dönüşürken kendimizi bulduk sonunda. Rüya ile Galip gibi, Hüsn ile Aşk gibi, beraber Kara Kitap’ın üzerine eğilip kendimizi okuduk. Bu kitabı bu kadar yaşamış olmak, bu kitabı böyle yaşayabilen insanlar olmak bizi birbirimize bağlayan en genel şeydi. Çünkü birbirimizde sevdiğimiz başka her şey tam da böyle insanlar olmamıza hizmet ediyordu. Ben de zâtıma mir’at edindim zâtını.

Aylarca hem doktor hem de yazar olabileceğime tam bir güvenle, Murat’ın da yüreklendirmesiyle okul dışında kalan her vaktimi okuyarak, yazarak ya da Murat’la bunları tartışarak geçirmeye başladım. Dışarı daha az çıkıyor, arkadaşlarımla daha az vakit geçiriyor, sürekli kilo alıyordum ama git gide daha mutlu bir insana dönüşüyordum çünkü her zaman olmak istediğim insana yaklaşmakta olduğumu hissediyordum. Murat’la halk kütüphanelerine gidiyor, aynı kitapları aynı anda okuyor, hatta kitapları birbirimize okuyorduk.

Sonra yetişememeye başladım, sürekli kitap okumak, yazı yazmak ve ders çalışmak arasında bir çekişme yaşıyordum. Ne arkadaşlarımın büyük bir irade ve kararlılıkla saatlerce ders çalıştığı hastanenin, tıp fakültesinin somut dünyasına girebiliyordum ne de edebiyatın gerçek dünyadan ayakları kesen soyut dünyasına. Fark ettirmeden uzunca bir süre sadece huzursuzluk diye adlandırdığım bir yetmezlik, yetememezlik duygusu peyda oldu ve için için tükenmeye başladım. Okul sınavlarını tek tek geçerek doktor olmaya adım adım yaklaşan Müjde’ye bakıyor ve “Evet ama ben bir de yazar olacağım” diyor; edebiyata karşı gerçek bir sorumluluk duyduğunu her türlü hissettiren ve ben yerimde sayarken kitap üzerine kitap deviren Murat’a bakıyor ve “Evet ama ben bir de doktor olacağım” diyordum. Bu durumda bir şeyler beni rahatsız ediyordu ama hiçbir zaman tam olarak üzerine gitmiyordum.

Sonunda bir hesap yapmaya cesaret edebildim: Senenin başından beri çoğu tamamlanmamış, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar öykü yazmış, sadece yirmi beş kitap okumuş ve okul sınavlarımın çoğundan kalmıştım. “Boşa geçirilmiş zaman” hissi bütün hayatımı kapladı ve umutsuzluğa kapıldım. İki şeyi birden oldurmaya çalışırken hiçbir şey olamamıştım. Bir öncelik belirlemek ve ona odaklanmak gerekiyordu, tek çözüm buydu. Edebiyatı, en azından profesyonel edebiyatı hayatımdan çıkarmaya karar verdim.

Bunları yazıyorum çünkü hayatımın aslında her zaman edebiyatla ne kadar iç içe olduğunu, zaman zaman önceliklerim değişse ya da değişmek zorunda kalsa da sonunda dönüp dolaşıp yine kelimelere döndüğümü hatırlamaya ihtiyacım vardı. Her zaman yazar olmak istediğimi anlamaya ihtiyacım vardı. İstemişim gerçekten de; on yaşındayken sokakta top oynamak yerine dosya kâğıtlarını birbirine zımbalayıp bir hikâye anlatmak istemişim, ergenliğimi zaten okulda gördüğüm arkadaşlarımla bir de internetten konuşarak geçirmek yerine yine saatlerce uğraş verip kendi hikâyelerimi anlatarak geçirmişim, en zor zamanlarımda düşünmek için yazmışım, film izlediğimde anlamak için yazmışım… Yazar olmak istediğimi fark ettiğim, Murat’la ortak soluduğumuz o sihirli andan sonra ise, bambaşka ve tuhaf, sadece okunacak değil içine düşülüp kaybolunacak hikâyeler anlatmak için yazmak istedim, ayrıntıların tadını çıkarmak, hayatımda başkalarının hayatını göstermek için yazmak istedim, kendimi hikâyemin tuhaflığının içinde tanımak, bu esnada dünyayı da anlamlandırmak için yazmak istedim.

Yazamadım.


Ama bir gün yazacağım, çünkü ben her zaman yazar olmak istedim.