Bu bir öykü
değil. Bu bir hâtıra. Ve tıpkı büyük bir şenlik ateşinin etrafa saçtığı, en
parlak anında aniden sönüp karanlığa karışan kıvılcımlar gibi, bu hâtıranın
etrafa saçtığı beynimde ateş böcekleri gibi dönüp duran parlak ama kısa ömürlü
çağrışımların bir dökümü. Belki bir analiz, eğer öyle okumak isterseniz.
İyi bir
fotoğraf çekmek için gereken şeyin bu işin iyi bir eğitimini almaktan çok doğru
zamanda doğru yerde bulunmak ve doğru refleksi gösterebilmek olduğunu düşünmüşümdür
hep. Daha önce bahsettiğim şenlik ateşini ele alalım, birileri ateşi körüklemek
için birkaç kuru dalı alevlerin tam göbeğine attığında hasbelkader parmağın
deklanşördeyse, bu manzara ile aranda görüşünü engelleyecek herhangi bir şey
yoksa ve örnek dahi veremeyeceğim başka teknik şartlar doğal olarak
sağlandıysa, yine daha önce bahsettiğim kıvılcımları o en parlak ve en görkemli
anında saçılırken yakalayabilirsin. Belki de tam o anda makineyi kaldırıp
deklanşöre basmak öğrenilebilir bir reflekstir ama hem bu reflekse hem de doğru
zamanda doğru yerde doğru şartlarla bulunmaya ihtiyaç var gibi görünüyor bana.
Anılar,
hatıralar ve hatta “deja-vu”lar hakkında yazmak da bana işte böyle geliyor. Bir
kokunun, bir kitabın, insanı iliklerine kadar ısıtan zamansız bahar güneşinin
ya da bir kelimenin çağırdığı bir anının eşsiz ve tekrarlanamaz bir yol
izleyerek oluşturduğu etkiyi tıpkı fotografçının yaptığı gibi en parlak anında
yakalayıp yazıya dökmenin tek yolu tam da o anı oluşturan bütün koşulların devam
etmesidir. Tam o anda ve tam orada bulunman gerekiyordur. Yoksa çektiğin
fotoğraf sadece sıkıcı bir şenlik ateşidir, görkemli bir yanı kalmaz.
Birkaç gün
önce Rodrigo Fresán’ın Kensington Bahçeleri kitabının ilk sayfalarını okumaya
başladım. Kitap Peter Pan’in yazarı J.M. Barrie’nın kurguyla harmanlanmış bir
biyografisi aslında. Kitap bende hüzünlü bir nostalji duygusu uyandırdı ve tam
da o anı yazmak istedim. Fotoğraf makinem vardı, belki doğru zamanda deklanşöre
basmak için gereken reflekse de sahiptim ama ertesi güne kadar çalışmam gereken
bir sınavım olduğu için daha sonra yazmak üzere defterime aynen şunları
aceleyle not aldım:
“Aydınlık yaz günlerinde kitap okuyan
çocuk. Aydınlık yaz günlerinde sıkıcı sıcakta hiç sıkılmadan çocuklarla ilgili
bir kitap okuyan çocuk. Aydınlık yaz günlerinde sıkıcı sıcakta çocukluğundan
çok zevk alarak asla büyümek istemeyen çocuklarla ilgili bir kitap okuyan, asla
büyümek istemeyen bir çocuk.
Aydınlık yaz günlerini aratmayan
aydınlık bir bahar gününde bir çocuğun ölümü ve bir yetişkinin intiharıyla
ilgili bir kitap okuyan, çocukluğunda asla büyümek istememiş ama yine de
büyümüş bir kadın. Yanında biri var. Duygularını paylaşmıyor, çünkü o
büyümekten memnun.”
Sonra
defteri de, kitabı da, yazma fikrini de bir kenara bırakıp yapmam gereken diğer
şeylere gömüldüm. Olan şey şu, şenlik alevi görkemli kıvılcımlarını saçıp
gürleyerek bir süre yandı, zevkle ve hayranlıkla ama asla deklanşöre basmadan
izledim ve tabii ki sonunda kendi kendini tüketerek sönüp yok oldu. Şimdi
deftere yazdıklarımı okuduğumda içimde uyanan şey o şenlik alevinin gölgesi,
belki de daha azı. Yazı yazmak için bilgisayarımın başına oturduğumda
planladığım, bu notları yazarken hissettiklerim ve düşündüklerimi aktarmaktı
ama tek yapabildiğim külleri eşelemek oldu. Hayâl kırıklığıyla boş sayfaya
bakarken başka bir yerde bir şeylerin kıvılcımlar saçarak alevlendiğini
hissettim. Ben de deklanşöre bastım.