Tuesday, April 10, 2018

Küçük Bir Şey



Bu bir öykü değil. Bu bir hâtıra. Ve tıpkı büyük bir şenlik ateşinin etrafa saçtığı, en parlak anında aniden sönüp karanlığa karışan kıvılcımlar gibi, bu hâtıranın etrafa saçtığı beynimde ateş böcekleri gibi dönüp duran parlak ama kısa ömürlü çağrışımların bir dökümü. Belki bir analiz, eğer öyle okumak isterseniz.

İyi bir fotoğraf çekmek için gereken şeyin bu işin iyi bir eğitimini almaktan çok doğru zamanda doğru yerde bulunmak ve doğru refleksi gösterebilmek olduğunu düşünmüşümdür hep. Daha önce bahsettiğim şenlik ateşini ele alalım, birileri ateşi körüklemek için birkaç kuru dalı alevlerin tam göbeğine attığında hasbelkader parmağın deklanşördeyse, bu manzara ile aranda görüşünü engelleyecek herhangi bir şey yoksa ve örnek dahi veremeyeceğim başka teknik şartlar doğal olarak sağlandıysa, yine daha önce bahsettiğim kıvılcımları o en parlak ve en görkemli anında saçılırken yakalayabilirsin. Belki de tam o anda makineyi kaldırıp deklanşöre basmak öğrenilebilir bir reflekstir ama hem bu reflekse hem de doğru zamanda doğru yerde doğru şartlarla bulunmaya ihtiyaç var gibi görünüyor bana.

Anılar, hatıralar ve hatta “deja-vu”lar hakkında yazmak da bana işte böyle geliyor. Bir kokunun, bir kitabın, insanı iliklerine kadar ısıtan zamansız bahar güneşinin ya da bir kelimenin çağırdığı bir anının eşsiz ve tekrarlanamaz bir yol izleyerek oluşturduğu etkiyi tıpkı fotografçının yaptığı gibi en parlak anında yakalayıp yazıya dökmenin tek yolu tam da o anı oluşturan bütün koşulların devam etmesidir. Tam o anda ve tam orada bulunman gerekiyordur. Yoksa çektiğin fotoğraf sadece sıkıcı bir şenlik ateşidir, görkemli bir yanı kalmaz.

Birkaç gün önce Rodrigo Fresán’ın Kensington Bahçeleri kitabının ilk sayfalarını okumaya başladım. Kitap Peter Pan’in yazarı J.M. Barrie’nın kurguyla harmanlanmış bir biyografisi aslında. Kitap bende hüzünlü bir nostalji duygusu uyandırdı ve tam da o anı yazmak istedim. Fotoğraf makinem vardı, belki doğru zamanda deklanşöre basmak için gereken reflekse de sahiptim ama ertesi güne kadar çalışmam gereken bir sınavım olduğu için daha sonra yazmak üzere defterime aynen şunları aceleyle not aldım:

“Aydınlık yaz günlerinde kitap okuyan çocuk. Aydınlık yaz günlerinde sıkıcı sıcakta hiç sıkılmadan çocuklarla ilgili bir kitap okuyan çocuk. Aydınlık yaz günlerinde sıkıcı sıcakta çocukluğundan çok zevk alarak asla büyümek istemeyen çocuklarla ilgili bir kitap okuyan, asla büyümek istemeyen bir çocuk.

Aydınlık yaz günlerini aratmayan aydınlık bir bahar gününde bir çocuğun ölümü ve bir yetişkinin intiharıyla ilgili bir kitap okuyan, çocukluğunda asla büyümek istememiş ama yine de büyümüş bir kadın. Yanında biri var. Duygularını paylaşmıyor, çünkü o büyümekten memnun.”

Sonra defteri de, kitabı da, yazma fikrini de bir kenara bırakıp yapmam gereken diğer şeylere gömüldüm. Olan şey şu, şenlik alevi görkemli kıvılcımlarını saçıp gürleyerek bir süre yandı, zevkle ve hayranlıkla ama asla deklanşöre basmadan izledim ve tabii ki sonunda kendi kendini tüketerek sönüp yok oldu. Şimdi deftere yazdıklarımı okuduğumda içimde uyanan şey o şenlik alevinin gölgesi, belki de daha azı. Yazı yazmak için bilgisayarımın başına oturduğumda planladığım, bu notları yazarken hissettiklerim ve düşündüklerimi aktarmaktı ama tek yapabildiğim külleri eşelemek oldu. Hayâl kırıklığıyla boş sayfaya bakarken başka bir yerde bir şeylerin kıvılcımlar saçarak alevlendiğini hissettim. Ben de deklanşöre bastım.