Sunday, January 26, 2014

Obsesyon.

Dünyanın en güzel şeyi değil mi?

Yalnız, ne tür bir obsesyondan bahsettiğimi açıklamalıyım muhtemelen. İnsanları takip edip, rahatsız edecek kadar etrafında dolaşıp, fotograflarını falan çekerek hastalık derecesindeki bir obsesyon değil bu. Bir kitaba, kitap serisine, filme, film serisine, bir aktöre, bir müzisyene, bir markaya, bir ressama, topluma malolmuş bir şeye karşı duyulan obsesyon bahsettiğim. Bu aslında herkese oturmayan bi' durum, kişiliğin bir uzantısı gibi bi' şey. Herkes çok etkilenmeye meyilli değildir, bazı insanlar sadece kendi yaşadıkarından etkilenirler ya da sadece ulaşabileceği insanlardan çok hoşlanırlar. Bazı insanlar ise filmlerdeki/kitaplardaki/şarkılardaki mükemmel hikayelerden, ulaşılmaz mükemmel adam/kadınlardan hoşlanırlar. Dediğim gibi, bu kişilikle alakalı bi' durum çoğunlukla. Zamanla edinilen ya da kaybedilen bi' durum olmadığını düşünüyorum, çok ekstrem şartlar oluşmadığı sürece.

Mesela ben, kendimi bildim bileli böyleyim.

Kitaplardaki karakterlerle arkadaş olmamla başladı. Hatırlayabildiğim en eski şey, Harry Potter takıntım. 7 yaşındaki bir kız çocuğuna, ilkokul birinci sınıfa giden bir öğrenci için son derece kalın kitapları bir ya da iki günde okutmayı beceren kitaplardı, olayı sanırım herkes biliyor. Ve gerçekten, sahip olduğu zekadan memnun ve bu konuda eleştirilmeyi -kendisi tarafından bile olsa- asla kendine yediremeyen ben, 11 yaşıma basana kadar Hogwarts'tan bir kabul mektubu gelmesini bekledim. Yürekten inanmıyodum, evet, ama hiç umudum yoktu dersem yalan söylemiş olurum. Kabul mektubumu beklerken bahçedeki ağaç dallarından sayısız asa yaptım, o kadar ki artık üzerlerine şekiller falan yapmaya başlamıştım, profesyonelleşiyordum. Tek sorunum Ollivander'ın kitapta bahsettiği anka teleği, unicorn boynuzu gibi özlere sahip olmamamdı. Yoksa olacaktı, büyü yapacaktı asalarım! O kadar kafayı yemiştim, evet. Sitenin arka bahçesine diagon yolu'na açılan geçidi çizdim, kırık tuğlaları; mahalledeki çocuklardan quidditch kadrosu oluşturdum; Çapulcu diye temel olarak taş ebesine benzeyen, yaratıcılıktan nasibini alamamış bi oyun icat ettim. Yastığımın altında Daniel Radcliffe resimleriyle uyudum, rüyamda defalarca Hermione oldum, annem artık kafayı yediğimi düşündüp neredeyse ezberlemiş olduğum Harry Potter kitaplarımı elimden aldığında, gece herkes uyuduktan sonra yorganın altında fenerle gizlice okudum, Hermione'ye özenip mahallede bize kabadayılık yapan çocuğu burnundan yumrukladım.

Eş zamanlı olarak ve sonrasında diğerleri geldi; Narnia, Star Wars, Stephen King romanları, Marvel kahramanları, DC kahramanları vs vs. Belli ki bu dünyadan olmak istemiyordum, gizemli ve büyülü şeylerin olduğu hikayelerin içinde yaşmak istiyordum. Küçük bir kız çocuğu için makul bir istek. Gerçek olamayacak kadar iyi ve gerçek olamayacak kadar kötü karakterleri olan, sihrin ve imkansız şeylerin mümkün olduğu bir dünyadan büyülenmeyecek yaşında bir çocuk gösterebilir misiniz bana? Yani ben kendimi bildim bileli şimdi tumblr'da facebook'ta yazıp durduğumuz 'fangirl' (türkçe karşılığı ne ola ki, fankızlık mı? olmadı sanki.) kelimesinin hayat bulmuş haliyim. 7 yaşındaki ben de, (daha kontrollü de olsa) an itibariyle 20 yaşındaki ben de. Etkilenmek, net doğruların net yanlışların ve harika hikayelerin olduğu sanal dünyada kaybolmak için hazır bekleyen ben.

İlkokul 3. ya da 4. sınıfta 'Uzay Maceraları' diye bir kitap yazdım; her şeyi benim eserimdi, resimliydi, resimlerini tek tek kendim çizdim. Bütün hikayeleri kendim kurguladım. Her şey birkaç arkadaşın (kahramanlar ben ve arkadaşlarımdan oluşuyordu) kendilerine karton kutulardan bir uzay mekiği yapıp içinde uyuyakaldıktan sonra uyandıklarında kendilerini sihirli bir şekilde gerçek bir uzay gemisinde uzayın derinliklerine yolculuk yaparken bulmasıyla başlıyordu. Bir sürü macera yaşayıp, prensesler ve gezegenler kurtarıp, bi anda kendilerini karton uzay gemilerinde uyanırken buluyorlardı. Ama kitabın sonunda bir soru işareti bırakmayı ihmal etmedim, uyandıktan sonra hepsi aynı rüyayı görmüş olduklarını farkediyor ve her biri ayrı ayrı sırt çantalarında maceralarına ait birer hatıra buluyorlardı. Tamam inanılmaz falan değil, yine de kabul etmelisiniz, 9 yaşındaki bir çocuğa göre oldukça iyi bir kurgu, hehe.

Ortaokul ve lise de bir şeylere takıp durmamla devam etti; Harry Potter kesintisiz bir şekilde devam etti, Yüzüklerin Efendisi, Heroes, Spider Man, Oasis, Doctor Who, Placebo, Stephen King, White Stripes, özellikle Jack White, Star Wars, Ersin Karabulut, James Franco (Tristan+Isolde'u izledikten sonra tam bir takıntıya dönüştü) hatta ve hatta Foster's Home for Imaginary Friends'ten Bloo. Etrafımdaki insanlar bıkana kadar durmadan bunlardan bahsediyordum. Her birine inanılmaz bir şekilde takıntılıydım. Ve bunu söylerken abartmıyorum. Sömestr tatilinde 15 günde çoğu Stephen King olan 20den fazla kitap okudum. 2 gece üst üste sabahlayarak bir Tristan+Isolde, bir Kurt Cobain portresi çizdim; bir daha o kadar güzel hiçbir şey çizemedim. James Franco'nun varolan tüm filmlerinin DVD'lerini aldım, lisedeyken küçük kardeşimle oturup Foster'ın Hayali Dostlar Mekanı'nı izledim, yıllarca Harry Potter RPG oynadım vs vs

Bunları düşünmemi tetikleyen şey ise, son zamanlardaki Sherlock takıntım. BBC'nin çektiği Sherlock'tan sonra, Benedict Cumberbatch'e ayrı, bağımsız olarak Sherlock Holmes'a ayrı bir sempati beslemeye başladım. Bir yandan Benedict'in oynadığı filmleri/oyunları izleyip bir yandan da Sherlock Holmes ile ilgili yazılmış/çekilmiş her şeyi sömürmeye başladım.

Anlatmaya çalıştığım şey şu ki, açıkça, bağımlı olmayı seviyorum. Beni mutlu ediyor. Örneğin; Benedict'in Hobbit'te Smaug'u canlandırması (sesinin yanında motion capture dedikleri olayda da benedict rol almış) senden 'hmm iyiymiş' tepkisi alabilir. Ama ben bunu öğrendikten sonra filme gitmeden evvel heyecandan uçuyordum. Sevdiğim ve gerçekten izlemekten zevk aldığım bi' adam, sevdiğim ve gerçekten izlemekten zevk aldığım bir yapımda yer alacak diye mutlu oluyorum. Bedavadan ekstra mutluluk. Ya da öylesine bir film/dizi izlerken Doctor Who ile ilgili, ya da Harry Potter'la ilgili bir espri falan yapıldığında hissettiğim o mutluluk. Sanırım bu yüzden seviyorum bunu. Şey gibi bu, yabancı bir filmde 'Türkiye, İstanbul' falan dendiğinde yaşanan o mutluluk hissi, hehe.


Hatta geçen gün bunu düşündüm, bazı filmleri Benedict oynuyo diye izliyorum, adamın rolü on dakka falan. O on dakka yaşadığım mutluluğu buna benzetiyorum.

+Rick dostum bu Benedict'e o kadar para veriyoruz ama sanki biraz saçma oldu on dakka oynatmak.
-Yok yok bilerek yaptım ben onu, fangirl'ler seviniyorlar filan...

Hehe.

Neyse sıkıldım.
Durumlar böyle.
Görüşürüz.
Allah bilir ne zaman.

No comments:

Post a Comment