Buraya mutlu bir anıdan bahsetmek, birilerine isyan etmek, sorunlarımın-sıkıntılarımın-çıkmazlarımın
üzerine düşünmek ya da sadece yazmak rahatlattığı için yazmayı alışkanlık
etmiştim. Birkaç ayda bir dolup taştığım için içimden geçenleri buraya kusar, o
minicik, anlık, belki birkaç anlık rahatlamadan başka hiçbir şeyin en ufak bir
yardımı dokunmadığından belki de inanılmaz bir tatmin duyar, ertesi gün hiçbir
şey değişmemiş halde bir sonraki taşma noktasına kadar yaşamaya devam ederdim. Bu alışkanlığımı kaybettiğimi fark ediyorum,
burası yükleri boşaltma noktasının yanında aynı zamanda uzun zamanlı belleğimdi
de. Bizi inanılmaz üzen, heyecanlandıran, mutlu eden, bir daha hiçbir şey aynı
olamayacakmış gibi hissettiren şeyleri ne kadar kolay unuttuğumu fark
ettiğimde, bunu yapıyor olmak beni rahatlatmıştı. Çünkü bütün mutlu olayların
yanında en umutsuz anlarımızı, dibe vurduğumuzu düşündüğümüz, hayatımızı veya
kendimizi anlamsız ve önemsiz hissettiğimiz anları da unutmak istemeyiz.
Unutmak istediğimiz şeyler olduğunu düşünmek pişmanlığımıza sunulmuş bir
mazerettir sadece.
Daha kapsamlı açıklamak gerekirse; hayatımın ve kişiliğimin
dönüm noktası ve aynı zamanda daha fazla dibe vuramayacağımı düşündüğüm anlara
dair unuttuğum ayrıntıların beni nasıl rahatsız ettiğini tahmin edemezsiniz. Dönüp,
hayatımda bu kadar net tanımlayabildiğim en önemli olaylar zinciri ile ilgili düşünüp,
hatırlayamadıklarımdan dolayı kendime kızdığım, ‘Bunu nasıl unutursun?’ diye,
vicdanımı hatta insanlığımı sorguladığım zamanlarda fark etmeden geçmiş
hakkında düşünmeye başladım. En ufak beğenilerimin, her gün düşünmeden yerine
getirdiğim alışkanlıklarımın ya da mesela gözlüklü oğlanlardan daha fazla
hoşlanma sebebimin her birinin geçmişte aslında çok mantıklı birer açıklaması
olduğunu fark ettim. Hepimiz, şu anda olduğumuz insanların geçmişte
yaşadıklarımızın, gördüklerimizin, etkilendiklerimizin, bilinçaltımıza yerleşen
imgelerin, fikirlerin sonucu olduğunu biliyor ve kabul ediyoruzdur. Benim için
o zaman önemli fakat şimdi düşününce küçük gelen şeylerin cevaplarını hep
geçmişi, beni bulunduğum noktaya sürükleyen olaylar, kişiler, olgular, fikirler
üzerine düşünerek buldum. Kendimi tanımanın anahtarı ve tek yolu bu gibi
geliyor bana. Peki neden önemli? Çünkü kendini tanımaktan daha önemli bir şey
düşünemiyorum ben, sen düşünebiliyor musun?
Sonuç olarak bunları düşünmüş, ve böyle bir yol bulmuş
olmanın rahatlığıyla burada –artık geçmişi temsil eden- yazdıklarımı okuduğumda, her bir kelimeyi yazarken onu bana yazdıran bütün olayları ayrıntılarıyla
hatırlamaya başladım. Bunu çok sorguladıktan sonra bilimsel ve kanıtlanmış olarak ulaştığım sonuç şu ki; ne kadar önemli bulursanız bulun, ne kadar etkileyici ve
sarsıcı olursa olsun, unutmak çok normaldir. Belleğimiz böyle çalışır, unutarak,
hatta belli bir eşiğin üzerindeyse bir olayın sarsıcılık oranı, tamamen unutma
eğilimlidir. Belleğin bir başka çalışma biçimi de ‘tetikleme’dir; bir koku, bir
görüntü, bir fikir, bir kelime, herhangi bir şeyin tetiklediği bir anı tetiklemenin
olmadığı bir hatırlama seansından çok daha ayrıntılı ve verimli bir hatırlama
sağlar. Bunun dışında psikiyatri hala tartışmalı ve kanunlaşmamış, doğası
gereği kanıtlanması ve geçerliliği neredeyse imkansız hipotezlerle dolu olsa
da, şimdi ‘ay pedofilik o adam, sapık’ diyerek ya da yazdığı sayfalarca
makaleden, kitaptan tek bir kelime okumamış olmasına rağmen ‘öyle saçma şey mi
olur ensest demek bu!’ şeklinde, ne kadar ciddiye almanız gerektiği oldukça
aşikâr olan eleştirilere rağmen Freud’un (ben yapmadım, ama bunun yanında Jung,
Erich Fromm falan da okumak lazımmış, ciddi antitezleri varmış) yazmış olduğu
birçok şeyden (kabul etmeliyim ki sadece o an işime yarayacağını düşündüğüm kısımlarından)
de yardım alarak en sıradan şeyin geçmişteki sebebini bulmayı bir çeşit
saplantılı oyun haline getirmiştim ve bunu eksik ve kısmen hatalı da olsa yapmış olmaktan hala çok memnunum,
hala da faydalı buluyorum.
Bütün bunları yazıyor olmamın sebebi de sen bunu oku diye
değil aslında, kendime bunu neden artık yapmadığımı sormak, aslında tam
olarak bu yazdıklarımı düşünüyorken hala yapıyor olmam gerektiğini kendime
anlatmaya çalışmaktı. Yakın zamanda kendimi öncesinde asla ait hissedemediğim
Tıp dünyasında neredeyse edebiyat kadar heyecan duyduğum bir şey bulduğuma
karar verdim: Psikiyatri. Ve bu iki şeyi ortak bir noktada, edebiyat tabanında
buluşturup belki gerçekten iyi bir şey ortaya koyabileceğim konusunda zaman
zaman (tamam, belki de sık sık) karamsarlığa düşsem de, kendi standartlarıma göre oldukça
umutluyum da. Önümde hedefe koyduğum böyle bir şey varken, önce belki de Proust
gibi kayıp zamanın peşine düşmeli, kendimi tanımalıyım. Bunun sonlanan bir
süreç olduğunu düşünmediğim gibi böylesine iddialı alanlarda ortaya bir şey
koyabilmek için ulaşılması gereken belirsiz, kişisel ve değişken bir sınır
olduğuna da inanıyorum. Orhan Pamuk’un (Merhaba Müjde!) bir röportajında da
söylediği gibi yazarın en önemli iki görevi vardır; birincisi ve öncelikli
olanı kendini tanımak, ikincisi ise insanı tanımak. Psikiyatri'nin 'tanıma' yolunda çok çok faydalı bir malzemeye dönüşebileceğini öngörmek çok da zor bir şey olmasa gerek.
Ve bütün bunların yolunu, belki tamamen olayların sürüklediği yerde tesadüfen, belki de içgüdüsel bir şekilde yıllar önce bulmuştum.
Bütün yazının ana fikri ise şu: Doğru yoldaydın, patikada kalmalısın!
İyi günler efenim.
No comments:
Post a Comment