Tuesday, April 10, 2018

Küçük Bir Şey



Bu bir öykü değil. Bu bir hâtıra. Ve tıpkı büyük bir şenlik ateşinin etrafa saçtığı, en parlak anında aniden sönüp karanlığa karışan kıvılcımlar gibi, bu hâtıranın etrafa saçtığı beynimde ateş böcekleri gibi dönüp duran parlak ama kısa ömürlü çağrışımların bir dökümü. Belki bir analiz, eğer öyle okumak isterseniz.

İyi bir fotoğraf çekmek için gereken şeyin bu işin iyi bir eğitimini almaktan çok doğru zamanda doğru yerde bulunmak ve doğru refleksi gösterebilmek olduğunu düşünmüşümdür hep. Daha önce bahsettiğim şenlik ateşini ele alalım, birileri ateşi körüklemek için birkaç kuru dalı alevlerin tam göbeğine attığında hasbelkader parmağın deklanşördeyse, bu manzara ile aranda görüşünü engelleyecek herhangi bir şey yoksa ve örnek dahi veremeyeceğim başka teknik şartlar doğal olarak sağlandıysa, yine daha önce bahsettiğim kıvılcımları o en parlak ve en görkemli anında saçılırken yakalayabilirsin. Belki de tam o anda makineyi kaldırıp deklanşöre basmak öğrenilebilir bir reflekstir ama hem bu reflekse hem de doğru zamanda doğru yerde doğru şartlarla bulunmaya ihtiyaç var gibi görünüyor bana.

Anılar, hatıralar ve hatta “deja-vu”lar hakkında yazmak da bana işte böyle geliyor. Bir kokunun, bir kitabın, insanı iliklerine kadar ısıtan zamansız bahar güneşinin ya da bir kelimenin çağırdığı bir anının eşsiz ve tekrarlanamaz bir yol izleyerek oluşturduğu etkiyi tıpkı fotografçının yaptığı gibi en parlak anında yakalayıp yazıya dökmenin tek yolu tam da o anı oluşturan bütün koşulların devam etmesidir. Tam o anda ve tam orada bulunman gerekiyordur. Yoksa çektiğin fotoğraf sadece sıkıcı bir şenlik ateşidir, görkemli bir yanı kalmaz.

Birkaç gün önce Rodrigo Fresán’ın Kensington Bahçeleri kitabının ilk sayfalarını okumaya başladım. Kitap Peter Pan’in yazarı J.M. Barrie’nın kurguyla harmanlanmış bir biyografisi aslında. Kitap bende hüzünlü bir nostalji duygusu uyandırdı ve tam da o anı yazmak istedim. Fotoğraf makinem vardı, belki doğru zamanda deklanşöre basmak için gereken reflekse de sahiptim ama ertesi güne kadar çalışmam gereken bir sınavım olduğu için daha sonra yazmak üzere defterime aynen şunları aceleyle not aldım:

“Aydınlık yaz günlerinde kitap okuyan çocuk. Aydınlık yaz günlerinde sıkıcı sıcakta hiç sıkılmadan çocuklarla ilgili bir kitap okuyan çocuk. Aydınlık yaz günlerinde sıkıcı sıcakta çocukluğundan çok zevk alarak asla büyümek istemeyen çocuklarla ilgili bir kitap okuyan, asla büyümek istemeyen bir çocuk.

Aydınlık yaz günlerini aratmayan aydınlık bir bahar gününde bir çocuğun ölümü ve bir yetişkinin intiharıyla ilgili bir kitap okuyan, çocukluğunda asla büyümek istememiş ama yine de büyümüş bir kadın. Yanında biri var. Duygularını paylaşmıyor, çünkü o büyümekten memnun.”

Sonra defteri de, kitabı da, yazma fikrini de bir kenara bırakıp yapmam gereken diğer şeylere gömüldüm. Olan şey şu, şenlik alevi görkemli kıvılcımlarını saçıp gürleyerek bir süre yandı, zevkle ve hayranlıkla ama asla deklanşöre basmadan izledim ve tabii ki sonunda kendi kendini tüketerek sönüp yok oldu. Şimdi deftere yazdıklarımı okuduğumda içimde uyanan şey o şenlik alevinin gölgesi, belki de daha azı. Yazı yazmak için bilgisayarımın başına oturduğumda planladığım, bu notları yazarken hissettiklerim ve düşündüklerimi aktarmaktı ama tek yapabildiğim külleri eşelemek oldu. Hayâl kırıklığıyla boş sayfaya bakarken başka bir yerde bir şeylerin kıvılcımlar saçarak alevlendiğini hissettim. Ben de deklanşöre bastım.

Friday, March 31, 2017

Veda.

I.

İlk, belki de son kitabımı on yaşımda yazdım. Adı “Uzay Maceraları” idi. Aslında izlediğim dedektifli çocuk filmleri ile okuduğum bilim kurgu kitaplarının harmanlanmış bir versiyonuydu, bir yandan yazıyor bir yandan da bu yarı hayal ürünü yarı kolaj hikâyeyi büyük bir zevkle resimliyordum.

İlkokul dördüncü sınıftaydım, sınıf öğretmenimiz hastalanmış, birkaç hafta okula gelmeyecekti, bu yüzden de derslerimiz boş geçiyordu. Neden hiç hatırlamıyorum, öğretmenimizin gelmeyeceği kesin olsa da bir süre bütün sınıf okula gitmeye devam etti. Bir ilkokul öğrencisinin hayalini yaşıyorduk, ondandı bu belki de. Boş geçen bu her zamankinden bir şekilde kısa günlerde bütün çocuklar bahçede top veya kovalamaca oynamak ya da sınıfta birbirlerini hırpalamakla meşguldü, bense pek sevilen biri olmadığımdan çoğunlukla sınıfta tek başıma otururdum, bunu da sonradan üzerine düşününce çirkin bir çocuk olmama bağlıyorum. Çocuklar böyle şeylere karşı daha acımasızlar, estetik bulmadıkları şeye katlanmak için hiçbir sebepleri yok çünkü. Top oynamayı ya da bahçede oynamayı da hiçbir zaman sevmedim, muhtemelen başından beri göz önünde duracak kadar estetik olmadığım için oyunlara kabul edilmekte sorun yaşadığımdan. Biri beni oyun oynamaya çağırıyorduysa eğer tek ihtimal vardı: son çareydim. Böylece, sınıfta tek başıma otururken yapacak başka bir şey bulamayınca, kitabımı yazmaya başladım. Henüz kitabımın ilk gününde önümde oturan Umut’un anahtarlığına takıldı gözüm, telefon kablosuna benzeyen küçük spiral bacakları ile, yumruk büyüklüğünde kırmızı plastik bir ponpona kondurulmuş hareketli plastik gözler ve yeşil bir fötr şapkadan oluşan bu komik yaratık kitabımdaki o bilinmeyen gezegenin yerlilerini oluşturmaya çok uygun göründü gözüme. Kitaba daha iyi resmetmek için Umut’tan ödünç aldım onu ve bu şekilde Umut ilk defa ne yaptığıma dikkat etmeye başladı. Sonrasında olaylar çok hızlı gelişti: kitabı tek başıma yazıyor ve resimliyordum ama önce Umut, sonra sıra arkadaşım Havva sonra Rojda, Özlem, Sidar, Server, bir anda sınıftaki neredeyse herkes kitabımda yer almak istemeye başlamıştı. Sınıftan birinin kızıl saçlı annesini önceki gün televizyonda gördüğüm bir filmin adından esinlenerek Cehennem Silahı ilan ettikten ve bu şeytanı devirmek için bir dedektiflik kulübü kurduktan sonra zamanla yalanıma kendim de inanarak ciddiyetle raporlar tuttuğumdan beridir bu kadar popüler olmamıştım (3 üyem vardı o zaman: Gül, Ecem ve Ceren), yavaş yavaş herkesi uzay mekiğime almaya başladım.

Zamanımın tamamını bu kitabı yazmaya ayırıyordum, evde, okulda, serviste, her yerde kitabı düşünüyor ya da yazıyor-çiziyordum. Kitabın sonunda,  TRT’de yayınlanan bir çocuk filminde anlatıldığını gördüğüm ‘Prenses ve Bezelye Tanesi’ hikâyesinden esinlenerek bir prensesi kurtarıyor ve Kral tarafından ödüllendiriliyorduk. Hemen ardından hepimiz ortak gördüğümüz bu rüyadan aynı anda uyanıyor ve tam her şeyin bir rüya olduğuna inanacakken ceplerimizde o dünyaya ait bazı şeyler buluyorduk her birimiz. Kitap bittiğinde evde televizyon karşısında bir koltuğa kurulmuş, misafir geldiğinde çayını, pasta-börek tabağını koysun diye çıkarılan, her evde bir örnek bulunan iç içe geçmeli sehpaların birine keçeli kalemlerimle yayılmıştım. Tamamını elle yazıp çizdiğim kitabımı anneme götürüp verdim, okudu, gülümsedi, sonra güzel bir şey söyledi ama ne söylediğini anımsayamıyorum. Güzel bir şeydi olduğundan eminim ama. Aylar sonra bir arkadaşına “Oturdu kitap yazdı biliyor musun? Öyle acayip şeyler var ki, bir prenses on kat yatağın altından bir bezelyeyi hissedebilirmiş falan, çok yaratıcı.” Dediğini duydum. Belli ki hikâyeyi bilmiyordu, benim uydurduğumu sanmıştı. Övülmek hoşuma gitti ama biraz sahtekâr gibi hissettim.

Kitap bittikten çok da uzun olmayan bir süre sonra ikincisini yazmaya başladım. Bu sırada aynı sınıfta okuduğum kuzenim Berçem ilk kitabımı okumak için bir geceliğine ödünç almak istedi, verdim ben de. Ertesi gün ya da birkaç gün sonra, tam hatırlamıyorum, geri getirdiğinde, tek başıma yazdığım kitabın önüne ve arkasına hâlâ dehşetle hatırladığım siyah kalın uçlu bir keçeli kalemle koca koca harflerle YAZARLAR kısmı eklenmiş, kendi adı ve kardeşinin adı en başta olmak üzere kitaptaki bütün karakterlerin adları alt alta yazılmış, özensiz ve simetriden nasibini alamamış dalgalı bir çizgiyle çerçevelenmişti. Kitabın içini açtım, rastgele karakterlerin adları kapkara karalanmış, yerine altına ya da üstüne o uğursuz kaba siyah harflerle, o çok çirkin, beceriksiz ve estetikten yoksun yazıyla ‘Berçem’ yazılmıştı. “Ç” harflerinin nasıl diğer harflere göre büyük yazıldığını hatırlıyorum, o fazla yuvarlak, obur çizgilerinin bana nasıl kaba, etli ellerinin henüz yontulmamış, kabataslak şekil verilmiş bir heykelin parmaklarını andıran parmaklarını anımsattığını hatırlıyorum, bunun nasıl midemi bulandırdığını hatırlıyorum, kalbimin nasıl attığını hatırlıyorum, “Nasıl olabilir böyle bir şey?” diye düşündüğümü ve Berçem’e pek bir tepki göstermediğimi hatırlıyorum. Neden bilmiyorum, hiçbir şey söylemedim ya da hatırlayamayacağım kadar zayıf bir tepki verdim. Onun kaba dokunuşları saflıkla yaratılmış bir şeyin ışığını alıp götürmüş gibiydi, kitap benim için özel ve sihirli olmaktan çıkmıştı sanki. Ya da sadece hevesimi yitirmiştim, bilmiyorum. Bu olaydan sonra ikinci kitaba asla dönmedim, ilk kitap kitaplıkta uzun süre asla dokunulmadan kaldıktan sonra bir gün ortadan kayboldu ve sonrasında yıllarca hiçbir şey yazmadım.

II.

Ortaokulda bilgisayar ve internet hayatıma girene kadar sadece okudum, günlüklerim dışında neredeyse hiç yazmadım. Bilgisayar ve internet evimize aynı anda girmişti. Daha öncesinde haşır neşir olduğum tek bilgisayar, aynı binada oturduğumuz aile dostumuzun o dönem en yakın arkadaşım saydığım kızlarının bilgisayarıydı. Yıllar boyu onlara her gittiğimde bilgisayar masasının yanına bir sandalye çeker büyülenmiş gibi oyun oynayışını izlerdim. Hiç oynamama izin vermedi, ben de hiç sormadım. Hiç şiddetle bilgisayar istemedim, oynamak da istemedim, hiç eksikliğini hissetmedim. Ama işte o gün, oturma odasında şu an kim olduğunu tam anımsayamadığım misafirlerle beraber yer sofrasında bir şeyler yiyorduk, o zamanlar televizyon karşısında yemek yiyebilmek için sık sık yer sofrası kurardık, tek televizyonumuz vardı, o da oturma odasındaydı; evdeki iki masa da mutfak ve salondaydı. Bir yandan televizyon izler bir yandan bir şeyler yerken birileri kapıyı çaldı, birileri kapıyı açtı, bir sürü tıkırtılar, poşet sesleri, konuşan birileri çalınıyordu kulağıma ama hiç umursamadım, televizyon izliyordum. Sonra babam odamdan çağırdı beni, istemeye istemeye gittim, kardeşimle ortak odamıza kurulmuştu bilgisayarımız. Hiç beklemiyordum, ağzımda hala yediğim şeyden bir lokma vardı, dışarıdan nasıl şaşkın görünüyor olabileceğimi gözümün önüne getirebiliyorum. “İnterneti de var üstelik” dedi babam pencereden içeri çekilmiş ince bir kabloyu işaret ederek, “Senin hediyen bu.” Sanırım doğum günümdü.

Böylece o zamanlar çok daha ilkel olan “internet”i keşfetmeye başladım. Başlarda acemice ilkel oyunlarla, arkadaşlarımla yazışmalarla oyalandım. Sonra “Rol Yapma Oyunu” denen şeyi keşfettim. Oyuna kaydolan herkes dış görünüşünden kişiliğine, soy ağacından geçmişine kadar yazarak belirlediği bir karakter oluşturmakla yükümlüydü. Uygun şekilde oluşturulmuş karakterlerin sahipleri diğer kullanıcıların karakterleri ile kurgular oluşturup, bütün kullanıcılar sadece kendi karakterlerini yönetecek şekilde yazarak kolektif bir hikâye oluşturuyordu. Başlangıç yoktu, bitiş yoktu, sınır yoktu. Yaklaşık 5 sene bu oyunu oynayarak yüzlerce hikâyenin parçası oldum. Başlarda annem yabancı bir şeye duyulan anlaşılabilir bir korkuyla bilgisayarda ne yaptığımı kontrol etmek için bitmez tükenmez bahanelerle arkamdan geçer durur, gizlice neler yaptığıma göz atar, çoğu zaman da “Şu siyah siyah sitelere girme Nupelda!” ya da “İnternet dipsiz kuyu vallahi!” diye sitem ederdi sadece. Fakat benim bilgisayarda, özellikle “siyah siyah sitelerde” geçirdiğim vakit arttıkça, başka şeylere, özellikle derslere ilgim azaldıkça annemin yaptırımları da artmaya başladı. Bilgisayar kullanmama önce sınırlamalar getirdi, sonra da tamamen yasakladı. Ben de bu işi yer altına indirmeye karar verdim. Okuldan gelir gelmez bilgisayar karşısına geçiyor, öğretmen olan annem akşam işten dönüp kapıyı çaldığında bilgisayarın fişini çekip hiçbir şey olmamış gibi davranıyordum. Bir gün okuldan döneli 5 saat olduğu halde üzerimde okul formalarımla oturduğumu görünce şüphelendi ve bilgisayarın tüplü monitörünün arkasına koydu elini, sıcaktı. Foyam ortaya çıkmıştı ama pes etmeye niyetim yoktu. Akşama kadar yazıyor, annemin gelmesine yirmi dakika kala bilgisayarı kapatıp monitörün arkasını üstüne önceden ıslatıp buzlukta soğuttuğum bezleri koyarak soğutuyordum. Annem her gün gelir gelmez bilgisayarın arkasını elliyordu, ama hiç yakalamadı beni. Bütün programımı, kurgularımı bu saatlere göre ayarlamıştım, sitenin en aktif üyelerinden biriydim, okuldan gelir gelmez bilgisayar başına koşuyor, saatlerce yazıyor, yirmi dakika kala bilgisayarı soğutuyordum. Uzun süre devam etti bu. Sonra aşık oldum.

III.

Her ergen gibi ben de aşkı yeni moda deri bileklikler gibi yaşadım. Herkesin başına gelmesi gerektiğine inandığım için ben de birilerini seçtim ve bunu etrafımdakilere ve kendime tekrar ede ede âşık olduğuma inandım. Mutlu oldum, zevkli ve kendimce havalı acılar çektim, özgüvenim sarsıldı, heyecandan dizlerim titredi, aşağılanmış hissettim. Ama bütün bunlar süresince sürekli kendimi bir filmin içinde hissederek yaşadım bunları, kahramanı benim kusursuz bir versiyonum olan dramatik bir filmin içinde. Kafamda sahneler ve hisler tasarlar, o sahneleri suni bir şekilde gerçekleştirir, tasarladığı hisleri ise taklit etmez, gerçekten yaşardım. Lisedeyken, sevgilimden ayrıldıktan hemen sonra –artık- eski sevgilim, hemen başka bir kızla görüşmeye başlayınca ciddi bir depresyona girmiştim. Gerçekten üzülüyordum aslında ama şimdi düşününce bu ‘üzülme’ işini uzatabildiğim kadar uzatmak için elimden geleni yapmışım. Üzülme ritüelleri oluşturmuştum çünkü: Mavi battaniyeme sarılıp müzik dinlemek, salondaki duvar boy pencerelerin önünde oturup kollarımı dizlerime sararak uzaklara bakmak, çok dolu kafamı boşaltmak için yaptığıma kendimi ikna ederek uzun saatler kitap okumak gibi. Uzun süre zevkle mutsuz kaldım. Şu anki durumun aksine bu uzun mutsuzluk periyotlarımın hiçbirinde tek kelime yazmadım.

Üniversiteye başladığım sene özellikle izlediğim filmleri, dizileri değerlendirmek, bu filmlerin bana düşündürdüklerini, hissettirdiklerini yazmak üzere bir blog açtım. Yazdıkça aldığım keyif artıyor, izlediğim filmleri daha iyi anladığımı hissediyordum, bu yüzden ciddi bir mesai ayırıyordum bu işe. Filmlerden sahne sahne görüntüler koyuyor, zevkle yaptığım çıkarımları sıralıyor, sürekli sitenin istatistik bölümünü takip ediyor, kaç insanın okuduğunu, kaçının gerçekten önemsediğini kestirmeye çalışıyordum. Fakat bu edebi bir uğraştan çok yazarak düşünme gibiydi, bu yüzden bir süre sonra kaçınılmaz bir şekilde özellikle mutsuzken hem kendimi hem de durumu daha iyi tahlil edebilmek, çözüm bulabilmek için yazmaya, yazarak düşünmeye başladım. İşe yarıyordu.

O dönemin sonu ise hayatımı altüst eden bazı olaylar sonucunda bir isteksizlik halinde geldi. Uzun süreli sevgilimle onu aldattığım için ayrılmıştık, ama o beni hayatından çıkarıp rahat bırakmak yerine anlaşılabilir bir öç duygusuyla eziyet etmekteydi. Ben ise suçluluk psikolojisinin verdiği uyuşuk bir uysallıkla bütün bunlara göğüs germeye çalışıyor ama korkunç derecede yıpranıyordum da. Bu olaylar sınav dönemime denk gelmişti, zaten çok da parlak bir durumda olmadığımdan kolayca sınıfta kalmıştım. Sanıyorum en son yazılarımı bu umutsuzluk döneminde yazdım, bunlardan bazılarını nedense bilgisayarımda saklamışım, bu dönemden elimde kalan sadece iki ya da üç yazı var. Çünkü aldatılmış eski sevgilim ya şifresini tahmin ettiği ya da bir şekilde beni söylemek zorunda bıraktığı bloğuma girip ‘bütün yazıların o istenmeyen sevgiliye yazılmış olduğu’ gerekçesiyle, ki sanıyorum bazıları öyleydi, bütün yazıları geri döndürülemeyecek şekilde sildi. Bütün emeklerim boşa gitmişti ve ben hiçbir tepki vermedim. Bir anlığına kalbimin nasıl attığını, başımdan aşağı dökülen sıcak suları hatırlıyorum ama tepki vermeyişim çaresizlikten, baskıdan ya da korkudan değildi. Çok da bir şey hissetmedim o an, sadece bir anlığına ateşe tutulmuş gibi. Sonrasında yıllarca –en azından kayda değer- hiçbir şey yazmadım.

IV.

Tahir Elçi’nin öldürüldüğü gün Murat’la tanıştım. Tanışmamızdan sonraki ilk 1 hafta neredeyse sürekli sarhoştum ve kendimi dinleme şansına sahip olamayacak kadar az yalnız kalıyordum ama ona çabucak âşık oldum. Yaklaşık 6 ay sonra odamın penceresinin önünde yerde yarı sarhoş oturmuş sigara içiyor, ona aslında her zaman yazar olmak istediğimi ama hiçbir zaman buna cüret edemediğimi, şimdi ise bunu başarabileceğimi düşündüğümü söylüyordum. İlişkimiz başından beri okuduğumuz kitapların etrafında döne döne ilerledi, birbirini tanımayan iki kişi ile odamda pencerenin önünde o atmosferi sevgiyle soluyan o iki insan arasına kitaplardan inşa edilmiş köprünün kilit taşı ise Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ıydı. Murat bana kitabın kendi okuduğu kopyasını vermiş, ‘en sevdiğim kitap bu benim, sen de oku istiyorum’ demişti. Hep bir gün bir kitap okuyayım ve bütün hayatım değişsin istemişim, elime yeni bir kitabı her aldığımda bunu ummuşum, bu heyecanla okumaya başlamışım, Yeni Hayat’ı okuduğumda anlamıştım bunu. Şimdi geriye dönüp bakınca, galiba Kara Kitap’ı okuduktan sonra hayatım bir daha eskisi gibi olmamış. Kitabı okumaya nasıl başladığımı düşündüğümde aklıma gelen şey belki de bu yüzden kitaptan yayılan ve beni içine çeken güçlü bir ışık. Kitabı okumadım, içine düştüm, Murat zaten oradaydı, beni bekliyordu. Beraber karanlık sokaklarda yürüdük, kardaki maviyi gördük, koca şehirde sokak sokak sevgilimizi aradık, minarelere tırmandık, hikâyeler dinledik, Türkan Şoray’a benzeyen hayat kadınlarıyla seviştik, aynaya baktık ve yüzümüzü okuduk, kendimiz olmak için kitaplara koştuk sonra da onlardan kaçtık, dışlandık ve bir başkasına dönüşürken kendimizi bulduk sonunda. Rüya ile Galip gibi, Hüsn ile Aşk gibi, beraber Kara Kitap’ın üzerine eğilip kendimizi okuduk. Bu kitabı bu kadar yaşamış olmak, bu kitabı böyle yaşayabilen insanlar olmak bizi birbirimize bağlayan en genel şeydi. Çünkü birbirimizde sevdiğimiz başka her şey tam da böyle insanlar olmamıza hizmet ediyordu. Ben de zâtıma mir’at edindim zâtını.

Aylarca hem doktor hem de yazar olabileceğime tam bir güvenle, Murat’ın da yüreklendirmesiyle okul dışında kalan her vaktimi okuyarak, yazarak ya da Murat’la bunları tartışarak geçirmeye başladım. Dışarı daha az çıkıyor, arkadaşlarımla daha az vakit geçiriyor, sürekli kilo alıyordum ama git gide daha mutlu bir insana dönüşüyordum çünkü her zaman olmak istediğim insana yaklaşmakta olduğumu hissediyordum. Murat’la halk kütüphanelerine gidiyor, aynı kitapları aynı anda okuyor, hatta kitapları birbirimize okuyorduk.

Sonra yetişememeye başladım, sürekli kitap okumak, yazı yazmak ve ders çalışmak arasında bir çekişme yaşıyordum. Ne arkadaşlarımın büyük bir irade ve kararlılıkla saatlerce ders çalıştığı hastanenin, tıp fakültesinin somut dünyasına girebiliyordum ne de edebiyatın gerçek dünyadan ayakları kesen soyut dünyasına. Fark ettirmeden uzunca bir süre sadece huzursuzluk diye adlandırdığım bir yetmezlik, yetememezlik duygusu peyda oldu ve için için tükenmeye başladım. Okul sınavlarını tek tek geçerek doktor olmaya adım adım yaklaşan Müjde’ye bakıyor ve “Evet ama ben bir de yazar olacağım” diyor; edebiyata karşı gerçek bir sorumluluk duyduğunu her türlü hissettiren ve ben yerimde sayarken kitap üzerine kitap deviren Murat’a bakıyor ve “Evet ama ben bir de doktor olacağım” diyordum. Bu durumda bir şeyler beni rahatsız ediyordu ama hiçbir zaman tam olarak üzerine gitmiyordum.

Sonunda bir hesap yapmaya cesaret edebildim: Senenin başından beri çoğu tamamlanmamış, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar öykü yazmış, sadece yirmi beş kitap okumuş ve okul sınavlarımın çoğundan kalmıştım. “Boşa geçirilmiş zaman” hissi bütün hayatımı kapladı ve umutsuzluğa kapıldım. İki şeyi birden oldurmaya çalışırken hiçbir şey olamamıştım. Bir öncelik belirlemek ve ona odaklanmak gerekiyordu, tek çözüm buydu. Edebiyatı, en azından profesyonel edebiyatı hayatımdan çıkarmaya karar verdim.

Bunları yazıyorum çünkü hayatımın aslında her zaman edebiyatla ne kadar iç içe olduğunu, zaman zaman önceliklerim değişse ya da değişmek zorunda kalsa da sonunda dönüp dolaşıp yine kelimelere döndüğümü hatırlamaya ihtiyacım vardı. Her zaman yazar olmak istediğimi anlamaya ihtiyacım vardı. İstemişim gerçekten de; on yaşındayken sokakta top oynamak yerine dosya kâğıtlarını birbirine zımbalayıp bir hikâye anlatmak istemişim, ergenliğimi zaten okulda gördüğüm arkadaşlarımla bir de internetten konuşarak geçirmek yerine yine saatlerce uğraş verip kendi hikâyelerimi anlatarak geçirmişim, en zor zamanlarımda düşünmek için yazmışım, film izlediğimde anlamak için yazmışım… Yazar olmak istediğimi fark ettiğim, Murat’la ortak soluduğumuz o sihirli andan sonra ise, bambaşka ve tuhaf, sadece okunacak değil içine düşülüp kaybolunacak hikâyeler anlatmak için yazmak istedim, ayrıntıların tadını çıkarmak, hayatımda başkalarının hayatını göstermek için yazmak istedim, kendimi hikâyemin tuhaflığının içinde tanımak, bu esnada dünyayı da anlamlandırmak için yazmak istedim.

Yazamadım.


Ama bir gün yazacağım, çünkü ben her zaman yazar olmak istedim.

Saturday, July 2, 2016

Patika.

Buraya mutlu bir anıdan bahsetmek, birilerine isyan etmek, sorunlarımın-sıkıntılarımın-çıkmazlarımın üzerine düşünmek ya da sadece yazmak rahatlattığı için yazmayı alışkanlık etmiştim. Birkaç ayda bir dolup taştığım için içimden geçenleri buraya kusar, o minicik, anlık, belki birkaç anlık rahatlamadan başka hiçbir şeyin en ufak bir yardımı dokunmadığından belki de inanılmaz bir tatmin duyar, ertesi gün hiçbir şey değişmemiş halde bir sonraki taşma noktasına kadar yaşamaya devam ederdim.  Bu alışkanlığımı kaybettiğimi fark ediyorum, burası yükleri boşaltma noktasının yanında aynı zamanda uzun zamanlı belleğimdi de. Bizi inanılmaz üzen, heyecanlandıran, mutlu eden, bir daha hiçbir şey aynı olamayacakmış gibi hissettiren şeyleri ne kadar kolay unuttuğumu fark ettiğimde, bunu yapıyor olmak beni rahatlatmıştı. Çünkü bütün mutlu olayların yanında en umutsuz anlarımızı, dibe vurduğumuzu düşündüğümüz, hayatımızı veya kendimizi anlamsız ve önemsiz hissettiğimiz anları da unutmak istemeyiz. Unutmak istediğimiz şeyler olduğunu düşünmek pişmanlığımıza sunulmuş bir mazerettir sadece.

Daha kapsamlı açıklamak gerekirse; hayatımın ve kişiliğimin dönüm noktası ve aynı zamanda daha fazla dibe vuramayacağımı düşündüğüm anlara dair unuttuğum ayrıntıların beni nasıl rahatsız ettiğini tahmin edemezsiniz. Dönüp, hayatımda bu kadar net tanımlayabildiğim en önemli olaylar zinciri ile ilgili düşünüp, hatırlayamadıklarımdan dolayı kendime kızdığım, ‘Bunu nasıl unutursun?’ diye, vicdanımı hatta insanlığımı sorguladığım zamanlarda fark etmeden geçmiş hakkında düşünmeye başladım. En ufak beğenilerimin, her gün düşünmeden yerine getirdiğim alışkanlıklarımın ya da mesela gözlüklü oğlanlardan daha fazla hoşlanma sebebimin her birinin geçmişte aslında çok mantıklı birer açıklaması olduğunu fark ettim. Hepimiz, şu anda olduğumuz insanların geçmişte yaşadıklarımızın, gördüklerimizin, etkilendiklerimizin, bilinçaltımıza yerleşen imgelerin, fikirlerin sonucu olduğunu biliyor ve kabul ediyoruzdur. Benim için o zaman önemli fakat şimdi düşününce küçük gelen şeylerin cevaplarını hep geçmişi, beni bulunduğum noktaya sürükleyen olaylar, kişiler, olgular, fikirler üzerine düşünerek buldum. Kendimi tanımanın anahtarı ve tek yolu bu gibi geliyor bana. Peki neden önemli? Çünkü kendini tanımaktan daha önemli bir şey düşünemiyorum ben, sen düşünebiliyor musun?

Sonuç olarak bunları düşünmüş, ve böyle bir yol bulmuş olmanın rahatlığıyla burada –artık geçmişi temsil eden- yazdıklarımı okuduğumda, her bir kelimeyi yazarken onu bana yazdıran bütün olayları ayrıntılarıyla hatırlamaya başladım. Bunu çok sorguladıktan sonra bilimsel ve kanıtlanmış olarak ulaştığım sonuç şu ki; ne kadar önemli bulursanız bulun, ne kadar etkileyici ve sarsıcı olursa olsun, unutmak çok normaldir. Belleğimiz böyle çalışır, unutarak, hatta belli bir eşiğin üzerindeyse bir olayın sarsıcılık oranı, tamamen unutma eğilimlidir. Belleğin bir başka çalışma biçimi de ‘tetikleme’dir; bir koku, bir görüntü, bir fikir, bir kelime, herhangi bir şeyin tetiklediği bir anı tetiklemenin olmadığı bir hatırlama seansından çok daha ayrıntılı ve verimli bir hatırlama sağlar. Bunun dışında psikiyatri hala tartışmalı ve kanunlaşmamış, doğası gereği kanıtlanması ve geçerliliği neredeyse imkansız hipotezlerle dolu olsa da, şimdi ‘ay pedofilik o adam, sapık’ diyerek ya da yazdığı sayfalarca makaleden, kitaptan tek bir kelime okumamış olmasına rağmen ‘öyle saçma şey mi olur ensest demek bu!’ şeklinde, ne kadar ciddiye almanız gerektiği oldukça aşikâr olan eleştirilere rağmen Freud’un (ben yapmadım, ama bunun yanında Jung, Erich Fromm falan da okumak lazımmış, ciddi antitezleri varmış) yazmış olduğu birçok şeyden (kabul etmeliyim ki sadece o an işime yarayacağını düşündüğüm kısımlarından) de yardım alarak en sıradan şeyin geçmişteki sebebini bulmayı bir çeşit saplantılı oyun haline getirmiştim ve bunu eksik ve kısmen hatalı da olsa yapmış olmaktan hala çok memnunum, hala da faydalı buluyorum.

Bütün bunları yazıyor olmamın sebebi de sen bunu oku diye değil aslında, kendime bunu neden artık yapmadığımı sormak, aslında tam olarak bu yazdıklarımı düşünüyorken hala yapıyor olmam gerektiğini kendime anlatmaya çalışmaktı. Yakın zamanda kendimi öncesinde asla ait hissedemediğim Tıp dünyasında neredeyse edebiyat kadar heyecan duyduğum bir şey bulduğuma karar verdim: Psikiyatri. Ve bu iki şeyi ortak bir noktada, edebiyat tabanında buluşturup belki gerçekten iyi bir şey ortaya koyabileceğim konusunda zaman zaman (tamam, belki de sık sık) karamsarlığa düşsem de, kendi standartlarıma göre oldukça umutluyum da. Önümde hedefe koyduğum böyle bir şey varken, önce belki de Proust gibi kayıp zamanın peşine düşmeli, kendimi tanımalıyım. Bunun sonlanan bir süreç olduğunu düşünmediğim gibi böylesine iddialı alanlarda ortaya bir şey koyabilmek için ulaşılması gereken belirsiz, kişisel ve değişken bir sınır olduğuna da inanıyorum. Orhan Pamuk’un (Merhaba Müjde!) bir röportajında da söylediği gibi yazarın en önemli iki görevi vardır; birincisi ve öncelikli olanı kendini tanımak, ikincisi ise insanı tanımak. Psikiyatri'nin 'tanıma' yolunda çok çok faydalı bir malzemeye dönüşebileceğini öngörmek çok da zor bir şey olmasa gerek.

Ve bütün bunların yolunu, belki tamamen olayların sürüklediği yerde tesadüfen, belki de içgüdüsel bir şekilde yıllar önce bulmuştum.
Bütün yazının ana fikri ise şu: Doğru yoldaydın, patikada kalmalısın!
İyi günler efenim.

Tuesday, October 13, 2015

Candids.

Mutlu bi' hayat yaşayabilmem için çok fazla beklenti var. Benim kendimden, başkalarının benden, benim başkalarından.

Ayarlayamıyorum.

Her şeyi dengede tutmak o kadar zor ki. Dersleri, ilişkilerimi, uykumu, hatta kilomu. En çok kilomu.

9gag postu vardı bi tane, dur bulucam, accurate as fuck.

Beni Jedi olarak yaratmayan rabbim, isyandayım, sen affet.

Dur lan, bunu demicektim.

Ya ben multifonskiyonla yaşamaya programlanmamışım. Mutfak robotu, rende, elektrik süpürgesi filan olmak istiyorum. Tek bir amacım, fonksiyonum olsun. Rendelemek mi, kesmek mi, su kaynatmak mı, tek bi şey yapayım ya, iyi yapayım onu da. Bana sorarsan, tek bi şey yapacaksam seveyim. Çok güzel seviyorum lan, altını üstünü, önünü arkasını, kusurunu eksiğini seviyorum. Sherlock seviyorum, Oasis seviyorum, babamı seviyorum, önünü alamıyorum. Ayarlayamıyorum ama. Sherlock da beni o kadar sevsin istiyorum, Oasis sırf beni seviyor diye birleşip Diyarbakır'da konser versin falan istiyorum.

Nazım Hikmet demiş;
sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?

Beklenti.
Şart anasını satayım, hem sen elmanın beni sevmediğini nereden biliyorsun, belki nanofrekanslarla yayılan elma dilinde bana seranat yapıyo elma? Belki Benedict gece rüyalarında beni görüyo da karısından çekinip anlatamıyo. Ben de seni seviyorum Ben.

Sünger gibiyim sevgi konusunda, verdikçe çekiyorum, şiştikçe şişiyorum, herkes, her şey beni deliler gibi sevsin istiyorum, hastalık mı bu? Noel Gallagher beni daha fazla sevsin. Manchester City kadar sevsin. Hayır biraz daha fazla. Jack White bana soyadını versin istiyorum, Nupelda Aydemir White olayım, ironik filan da hem, komik olur. Hayır Jack, kendi soyadım da duracak, babamı çok seviyorum.

Korktun mu?

Kork.

Şakayı-komikliği, meibom ve zeiss bezlerimin öbür tarafına koyarsak, aşırı çaresizim. Ne kendi beklentilerimi karşılayabiliyorum, ne başkalarınınkini. Çünkü tembelim.

Başkalarından beklentilerim de karşılanmıyor ama. Çünkü devamlı ve sürekli bir sevgi ihtiyacı içerisindeyim.

Filmlerin, kitapların, dizilerin romantize ettiği sevgiyi bekliyorum sanırım. Annemden, babamdan, kardeşimden, arkadaşlarımdan, sevgilimden, My Mad Fat Diary'deki Finn'den, Michael Fassbender'dan. Ehe. Şakalar komiklikler gl.lacrimalis'in öbür tarafına tabi.

Ben bu salak şeylerle büyüdüm, ne biliyim, Uğultulu Tepeler'deki aşkından ince hastalığa yakalanıp ölenlerle, Stand By Me'deki River Phoenix'in arkadaşlarına duyduğu korkunçlu sevgiyle, Harry Potter'ın annesinin sevgisiyle filan. Bekliyorum lan. Ben öyle seviyorum çünkü.
Yeterli olduğum tek konu bu, yeminle. Sevemediğim şeyi/insanı, kendimi aksine inandırmaya ne kadar çalışırsam çalışayım, üzerinde ne kadar süre uğraşırsam uğraşayım sevemiyorum, bi yerde cortluyo. Ama sevdiğim şeyi/insanı baya güzel seviyorum. Doğum gününü unutuyorum, ekranını çatlatıyorum, dikişleri patlayana kadar giyiyorum, üzüyorum kırıyorum ama baya baya seviyorum. Geçmiyo da.

Ama hiçbiriniz yeterli değilsiniz lan.
Valla.
İyi geceler.


Monday, March 16, 2015

Vatican Cameos.

Şımarık hissediyorum.

Ama insan olmanın getirisi bu bence, yani herkes böyledir. İçinde bulunduğun durumda eninde sonunda, genelde sıklıkla, bi şekilde sorunlar, pürüzler çıkıyor ve bu seni bi şekilde rahatsız ediyor. Uzun süre çıkmadığı durumlar da oluyor, o zaman da sıkılıyorsun. Herkes böyledir, şımarıklık bu, evet, ama insani.
Bi süredir bunu düşünüyorum, 'insani' ne demek diye, doğru ya da yanlış başka şeyler, bence davranışların bu temelde değerlendirilmesi gerekir. Hatalıysa o insan, bi şekilde, dışarıdan ya da kendi vicdanıyla cezalandırılır, bi süre sonra ikisi de rahat bırakır. Ama 'insani' değilse o davranış, ne yapılacağını ne yapılması gerektiğini düşünmek beni aşıyor. Temellendireyim, örnek vereyim. Cinayet mesela, yanlıştır, herkes de bunda hemfikirdir. Altında yatan şey önemli ama bu şekilde değerlendirmek için. Bir kendine tecavüz etmeye kalkan bi adamı karşı koyarken öldüren bi kadın düşünün, bir de işte birini sebebi her ne olursa olsun doğrayıp parçalara ayırıp çöp konteynırlarına atan insanları düşünün. İki durumda da yanlış bi durum var ortada, aradaki fark 'insani' olup olmaması. Doğruyu yanlışı gözardı etmek gerektiği değil anlatmaya çalıştığım, sadece bi kritere daha dikkat çekmek. Bence ilk durumun da yüceltilmemesi gerekir mesela.

Her neyse, olay bu da değildi, sadece kastettiğimi anlatmaya çalıştım. Plan da yapmadım yazıya başlarken, yazıveriyorum.

Düşünüyorum, sıkıntım nedir diye, bulamıyorum, gerçekten aklıma somut bi cümle gelmiyor. Ama boşluktayım, yiyip içip sıçıyorum, geri kalan hayati olmayan şeyler boş geliyor. Yaşıyor hissetmiyorum. Bi şeyde kararlılık gösteremiyorum bu boşluk hissi yüzünden, İnsanlarla bi konuyu tartışırken bile sonuna kadar getiremiyorum, haklı olduğumu düşünsem bile hala 'tamam' diyorum, 'sen haklısın', ya da susuyorum. Enerjim yok. Bu yazıyı yazmak bile gelmiyor içimden, zorluyorum, çünkü bunun beni rahatlattığını düşünüyorum. Bu yüzden sadece rahat hissetmediğimde yazıyorum buraya.

Boşluk ya, her şey zamanın görece daha hızlı akması için gereken şeyler gibi geliyor. 'Şuraya da gideyim, şunu da yapayım, şunu da okuyayım, şunu da izleyeyim de vakit geçsin' Hiçbi şey anlam ifade etmiyor, hiçbi şeyin sonuçlanacağı yer ilgimi çekmiyor. Bu belki de beklentilerle alakalıdır. Kendi hayatım o kadar renksiz, o kadar ilgimi çekmiyor ki, izlediğim-okuduğum-dinlediğim şeylerin içinde yaşıyorum resmen. Yeterince zekice, ilgi çekici, dikkat dağıtıcı şeyler bulduğum zaman günlerce, haftalarca hatta aylarca-yıllarca, tekrar tekrar tekrar dinliyor-izliyorum bunları. Bir haftadır neredeyse sadece bir albüm, çoğunlukla tek bir şarkıyı dinledim mesela. Başka bi şey düşünmüyorum, o kadar güzel ki, kafamı tamamen meşgul edebiliyor. Sözlerine eşlik ediyorum dudaklarımla ses çıkarmadan, kime yazıldığını düşünüyorum, neden, nerede yazıldığını düşünüyorum. Tekrar tekrar tekrar tekrar. Hoşuma gidiyor bu, çaresizce, mutsuzlukla yapılan bi şey değil bu. Sevdiğim dizileri, filmleri tekrar tekrar izliyorum. Repliklerini ezberlediğim karakterler konuşurken arkadaki kitaplığı inceliyorum, ne okuyor diye, koltukları, duvarkağıdını. Uyurken bile, kulağımdan kulaklığı çıkarmıyorum, sabaha kadar çalıyor müzik. Bi an bile boşluk yaratmamaya çabalıyorum. Ve hayatımın en mutlu anları bunlar, ağzına sıçayım. Ve kabul etmek bir müddet çok zor geldiyse de, bu her zaman böyleydi. Okumaya-anlamaya başladığımdan beri, ki okumayı ne zaman öğrendiğimi dahi hatırlamıyorum, baya erken öğrenmişim, her zaman hayatım çok daha az ilginç geliyodu bütün o hikayelerden, ve kabullenemiyodum. Okulda, serviste, sitede böyle efsaneler, korkunç hikayeler, içinde görgü tanığı olduğum heyecanlı hikayeler anlatıyodum. Bazılarına sonradan ben de inanıyodum. Bunları yazarken bile, aklımdan John Watson da psikologuna 'Nothing happens to me.' dedikten sonra Sherlock Holmes'le tanıştı, diye geçiriyorum. Bilmiyorum, çok sağlıksız gelebilir bunlar kulağa oradan, öyledir de muhtemlen, ama gerçekten tutunmaya çalışıyorum, çabalıyorum, ama bunu yaparken hiç zevk almıyorum hatta tam tersine hayat benim için daha da zorlaşıyor.

Need a Holmes to my Watson.

İygeceler.


Saturday, November 22, 2014

Nasıl?

Bu şeyin içinde nasıl yaşıyosunuz lan?
Ne denir, hengamenin. O da değil, bok diyeceğim, sanatsal olmayacak, anlam derinliği taşımayacak. Ya da sıçarım;

Bu bokun içinde nasıl yaşıyosunuz lan?

O kadar samimiyim ki bak bunu sorarken. Şöyle anlatayım samimiyetimi, az evvel Gülçin'i arayıp 1 saat boyunca ağladım; onbeş kere falan bunu sormuşumdur, 'Bu insanlar böyle nasıl yaşıyorlar lan?' Çok merak ediyorum, bütün bunları, yaptığınız bu bütün ağır şeyleri ve yapmak isteyip de yapamadığınız şeyleri nasıl kaldırıp sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam edebiliyorsunuz?

Uçlu kalemle harakiri yapmama az kaldı benim, naber?

Ben kaldıramıyorum. O kadar kaldıramıyorum ki, dayanamıyorum artık, ezildim altında. Dersleri falan geçiyorum, gerçekten yapıyorum bunu. Evet, böyle iş olmaz; evet bi insana bu kadar insafsızca yüklenilmez falan. Evet. Doğrudur. Sorun ders değil sadece, şöyle: Adam akşam ağlayarak sızlayarak saçını başını yolarak 5 saat çalıştıktan sonra sabah yenilenmiş bi' şevkle uyanıyor, saçını başını yola yola bi 5 saat daha attırıyor, biraz daha ağlıyor, arkadaşlarıyla tektekçiye gidiyor, tadı damağında kalmamış gibi, dağılmadan, kendini kaptırmadan, öyle bi şey hiç yaşanmamış gibi evden hiç çıkmamış gibi geri geliyor tekrar çalışmaya devam ediyor geç saate kadar, biraz daha strese girip ağlıyor, ama sabah kalkıp derse gidiyor, spora gidiyor, sağlıklı besleniyor, iyi görünüyor, sevgilisi oluyor genelde bunun aynı kafada, onunla vakit geçiriyor.

Ben nefes alamıyorum lan. Benim nefes alacak alana ihtiyacım var, tembellik mi bu bilmiyorum, Benim 'dur lan 5 dakka şurda oturalım'lara ihtiyacım var. Benim ağlamalık zamana ihtiyacım var ulan, vakit kaybetmemek için ağlarken ders çalışıyor adamlar. Benim durup saçmalayacak, boş işlerle uğraşacak, ne bileyim Sherlock'ları tekrar tekrar izleyecek, oyun hamuruyla oynayacak, çantama dışarıdan görünmeyecek kırmızı yıldızlar dikecek vakte ihtiyacım var. Her şeyi bırak, benim bir ruh haline yarım saatten fazla girebilmeye ihtiyacım var ulan. 5 dakka önce arkadaşlarla eğlenip, sonra stresten kafam kabuk ata ata ders çalışamam. Dünyanın en insani isteği bu lan heralde. Bu allahın belası duygusal roller coasterın içinde ağzım burnum tıkanır, gözüm kanlanır benim lan. Kusarım ben. Yapamıyorum zaten.

Hay dur spor yapayım yoruldum, biraz ders çalışayım stres oldum, azcık da Aybüke'yle şurda oturayım ay eğlendim, spor yapayım yine ama sanırsam biraz bokum çıktı, yetişeyim de çamaşırları yıkayayım, hii ders çalışmadım boşver çamaşırı, dışardan yemeyeyim artık ay bulaşıklar dağ gibi oldu, hii yemek yaptım ne ara ders çalışçam, dışarı çıksaydım ya bi ara? Ama spor? Peki ya ders? Çamaşır? Bulaşık? Yemek? Hayat?

Bızzt.

Her parmağımı bi kavanoza batırıp da yiyeyim derken cırcır oldum ulan.

Yetişemiyorum, elimden gelmiyor, ne fiziksel ne mental olarak gücüm kaldı artık, ağzımı oraya gözümü buraya derken Picasso tablosuna döndüm.

Koyverdim ya, hiçbi şeyde bi iddia taşımıyorum, hiçbi şeye özen göstemiyorum, hiçbi şey yapmıyorum resmen. Bütün bu şeyler kolkola girip bi arabaya binmişler, son hız üzerime geliyolar; ben gözlerimi farlara dikmiş donmuş kalmışım yolun ortasında ceylan gibi. Araba çarpana kadar gün geçiriyorum. Nereye kadar giderse.

Evim yok, yaşam alanım 6 metrekare falan. Ders çalışabileceğim 3 yer var, 2si odamda değil, yere oturamıyorum. Aylardır kanepede uzanıp televizyon seyretmedim. Sıçtığım yerle uyuduğum yer arasında yaklaşık 3 metre var. Buzdolabının üzerinde bulaşıklarım var onun üzerinde de montlar falan asılı. Aynı masada yemek yapıyorum, dizi izliyorum, ders çalışıyorum, ağlıyorum, makyaj yapıyorum, kafamı masaya vuruyorum

Daha önce de söyledim, mantar gibiyim. Köksüz, eğreti, saçmasapan ya. Nasıl bu kadar uyum sağladınız lan buraya, buna, bu tempoya? Nasıl gözünüzün feri sönmüyor, nasıl bu kadar hızlı mod değiştirebiliyorsunuz, nasıl altından kalkabiliyorsunuz?

Nasıl bu kadar büyük bi samimiyetsizlikle bu kadar mutlu olabiliyorsunuz?
Oğlum gerçekten ya, nasıl bunları görmezden gelmeyi öğrendiniz, bana da söyleyin lan, ayıp oluyo.
Kaldıramıyorum.
Adapte olamıyorum.
Dahil olamıyorum.
Kendimi adayamıyorum.
Dayanamıyorum lan.

Ramak kaldı.

Şeye ya, sigaraya başlamama, evet. Aynen.
Baya havalı bi şey sigara, hele 18 yaşından küçüksen ve deri ceketin de varsa tadından yenmez.
En sevdiğim.

Göğsüm sıkışıyor ya, yeter.

İyi geceler,
Nupelda.


Tuesday, June 24, 2014

ÜçDört.


  • " Call me a cliché, how right you are. "                                                    
                                                              Kasabian - Days Are Forgotten.


Herkes gibi ben de kendime yabancılaşma seansları geçiriyorum hayatımda. Belki biraz daha garip olanından. Elimde diş fırçam, üzerine sürülmüş macunla aynaya bakakalıyorum. Bi' dış uyaran olmadan, işte ne biliyim macunu üzerime dökene ya da annem falan gelip 'al kırdın kırdın'ın annesi gibi 'salak bu çocuk ya, gerizekalı' tepkisi vermeden kendime gelemiyorum. Ya da bulmaca çözerken, kalemi gazetenin üzerinde unutup bozuk para büyüklüğünde bi mürekkep lekesi bırakana kadar. Ya da irmik tatlısı yaparken dibi tutmasın diye sürekli karıştırmam gerekirken elimde kaşıkla öylece durup tahta kaşığın yanık kokusunu alana kadar. Bence herkes yaşamıştır bu hissi ya, 'ulan bu benim burnum mu, hem burun ne ki ya, suratımızda bi yükselti var nefes falan alıyoz ordan, ne gerek var direk delik olsaymış' falan diye.

İşte, son zamanlarda bu seanslar 'Babam ve Oğlum'un gösterimdeki 50. haftasındaki günlük gösterim sayısı kadar tekrarlanmaya başladı. Günde en az 5 kere, hayatımla ilgili ciddi kararlar veriyorum, ve her seferinde hayatımı bambaşka bi' yöne götürmek istediğimi düşünüyorum. Bütün bunların sağlıklı olmadığını düşünebilmek sağlıklı hissetmemi sağlıyor, yine de, John Nash'in iki hayali arkadaşla yaşamaya alışması ve bunun ne olduğunu bilmesi onu daha az şizofren yapmadı.

Demem o ki, kendimi korkutuyorum.
Ki ben,
Korku filmi izleyemeyen insanım.
Sen düşün.


  • " Swimming through sick lullabies, choking on your alibis. "

                                                             The Killers - Mr. Brightside.


3-4 gün olmuş ya da olmamıştır, kendime değil başkasına yabancılaştım, hayatımda 3-4 kere olmuştur bu da. 3-4 bardak kahve ya da çay içmiştim, hatırlamıyorum, uyuyamadım, belki de ondan değildi, onu da bilmiyorum. Saat 3-4 gibi, Gülçin'i aradım, baya bi', bi' 3-4 saat konuştuk. Kapattıktan sonra bi 3-4 dakika kadar elimde diş fırçasıyla aynaya bakıp burnumu anlamlandıramamış gibi hissettim, sonra geçti. O gün uyumadım. Sonra 3-4 gün pek iyi uyuyamadım. O 3-4 gün boyunca 3-4 şarkıyı başa sarıp sarıp dinledim, hiçbiri mutsuz değildi, götünü sallasan sallardın. Ikea'dan 3-4 liraya aldığım inanılmaz güzel bi deftere büyük harflerle BIKTIM yazdım. Bıkmaktan başka bi şeydi, aklıma 3-4 şey geldi yerine yazacak, yine de en çok bıktım denirmiş gibi geldi, öyle yazdım. Ve inanın, şu paragrafta, 3-4 kere aklımdan geçmiş olsa dahi, yalan yanlış tek bir şey yok.

Üzgün değildim, değilim, kafam karıştı, amaçsız gibiyim. Bir şeylere yoğunlaşmak istiyorum, bir adama, bir şarkıya, bir kitaba, anneme, ellerime, ayakkabılarıma, edebiyata, şarap yapımına, gitar çalmaya, teknolojiye, şiire, ataride silahla oynadığımız pis pis gülen köpekli ördek vurma oyununa, bilgisayarımın içini açmaya, ev işlerine, yemek yapmaya, her hangi bir şeye yahu!

Ama sanırım bu da benim lanetim.
Bir şeylerde iyiyim.
Birçok şeyde iyiyim, mütevazi davranmazsam.
Ama Allah kahretsin, hiçbir şeyde çok iyi değilim.
Çünkü odaklanamıyorum.

Bu beni öylesine derinden rahatsız ediyor ki, sanırım kendime aynadan canımın içi Chloe (buyrun buradan) gibi bakmaya başladım. Kendimde fark ettiğim haklı özgüven eksikliği artık başkaları tarafından da fark edilmeye başlandığından beridir oynadığım 'yalnız onu en iyi ben bilirim' maskem düştü, tereddütlü, beyni titrek birine dönüştüğüm izlenimine kapılıyorum. Daha önceleri kimsenin alay etmesine mahal vermeyen tavrım yerini alay edildiğinde 'yha ama neden alay ediyorsn' a bıraktı. 

Kendine saygı/ kendine güven adına, kendimi en az 3-4 şeyde (:P) en azından 'EVET BANA BU KONUDA GÜVENEBİLİRSİN' (tabii ki büyük harflerle) diyebilecek kadar 'çok' iyi duruma getirmeliyim. Kendi adıma, bunun başka yolu olmadığını açıkça görebiliyorum.

Evet, cevap bu, aynen, doğru.
Ama hoca cevaba 2 puan veriyormuş.
Yolu da yazmamız lazım yani.

  • " Like a one-man-band, clapping in the pouring rain. "

Etrafımdaki insanlar bilgisayarlarında bir problem olduğunda beni arayıp sorabiliyorlar, ama ben kendi bilgisayarımdaki problemi düzeltemiyorum.
Yıllar sonra karşılaştığım ilkokul arkadaşım beni 'sen inanılmaz kitap okuyordun ya, tam bir kitap kurduydun' diye hatırlıyor, ama ben aylardır kendimi mutlu edecek kadar okumuyorum.
Aynı şekilde, oldukça iyi ingilizce bildiğimi düşünüyor herkes, ana dili ingilizce olan bir arkadaşımla oldukça iyi anlaşabiliyoruz, yine de kendimi tatmin edecek kadar bilmiyorum.
İnsanlar yazdıklarımı beğendiklerini söylüyorlar, kendimi mutlu edecek kadar iyi yazamıyorum yine de.

Bütün bu 'yeterince iyi değilim', 'benim bu konudaki kapasitem bu değil' şikayetlerimin ucu bana, benim kendimden tatmin olmayışıma bağlanıyor gördüğüm gibi. Zekama ve potansiyelime güveniyorum, evet ama, kim güvenmiyor ki, kim 'ben salağım ya, onu bunu yapamam' diyor? Keşke bunu anlamanın bir yolu olsaydı. Beynimize sağ tıklayıp teknik özelliklerimizi kontrol edebilseydik. Bu bilgisayara şu oyun yüklenmez, der gibi; şu adam bunu yapamaz diyebilseydik. Ama ne yazık ki, benim düşünebildiğim tek yok kendimi tatmin edene kadar denemek. Yazım tarzımı değiştirdim mesela, bilmiyorum, değişim yapıyor olmak her zaman ilerlemeyi beraberinde getirmeyebilir. Yine de, denemiş olmak kendimi mutlu etmek adına yapılması gereken bi' şeymiş gibi görünüyor. Bakın, burada zorunluluktan bahsetmiyorum, örneklemeye çalışayım. 'Kitap okumak iyidir, ama ben yeterince okumuyorum' şeklinde bir rahatsızlık değil bu 'Kitap okumak beni mutlu ediyor, neden mutlu olacak kadar okumuyorum lan, salak mıyım' şeklinde.

Bi' şeylerde iyi olma isteği, kendini yukarılarda görmeye alışmış ya da tam tersini kendine konduramayan hastalıklı bir egonun ürünü müdür bilmiyorum. ( Peh, iyice Asgard'lı Loki triplerine girdim. )Ve bu yazıda o kadar çok bilmiyorum dedim ki, karar verdiklerimin doğruluğundan üç gün sonra da bu kadar emin olacak mıyım bilmiyorum. Ama iyi olmak istiyorum. Kendimi iyi hissetmek istiyorum her anlamda Belki de bu da, bana bu yazıyı yazdıran o seansların bir ürünüdür. Yine de, yazmak rahatlattı. Her şeyden öte, yazarken keyif aldım. 

Bu kadar sıkıcı kişisel şeyleri, ta buralara kadar okuduysan:
İlkin sana teşekkür,
Sonra da bana aferin.
Sen okuduysan ben de okuttum olm.

İyi geceler.
Sevgiler,
Nupelda.

Konudan bağımsız kıyak :