I.
İlk, belki
de son kitabımı on yaşımda yazdım. Adı “Uzay Maceraları” idi. Aslında izlediğim
dedektifli çocuk filmleri ile okuduğum bilim kurgu kitaplarının harmanlanmış bir
versiyonuydu, bir yandan yazıyor bir yandan da bu yarı hayal ürünü yarı kolaj
hikâyeyi büyük bir zevkle resimliyordum.
İlkokul
dördüncü sınıftaydım, sınıf öğretmenimiz hastalanmış, birkaç hafta okula
gelmeyecekti, bu yüzden de derslerimiz boş geçiyordu. Neden hiç hatırlamıyorum,
öğretmenimizin gelmeyeceği kesin olsa da bir süre bütün sınıf okula gitmeye
devam etti. Bir ilkokul öğrencisinin hayalini yaşıyorduk, ondandı bu belki de. Boş
geçen bu her zamankinden bir şekilde kısa günlerde bütün çocuklar bahçede top
veya kovalamaca oynamak ya da sınıfta birbirlerini hırpalamakla meşguldü, bense
pek sevilen biri olmadığımdan çoğunlukla sınıfta tek başıma otururdum, bunu da
sonradan üzerine düşününce çirkin bir çocuk olmama bağlıyorum. Çocuklar böyle
şeylere karşı daha acımasızlar, estetik bulmadıkları şeye katlanmak için hiçbir
sebepleri yok çünkü. Top oynamayı ya da bahçede oynamayı da hiçbir zaman
sevmedim, muhtemelen başından beri göz önünde duracak kadar estetik olmadığım
için oyunlara kabul edilmekte sorun yaşadığımdan. Biri beni oyun oynamaya
çağırıyorduysa eğer tek ihtimal vardı: son çareydim. Böylece, sınıfta tek
başıma otururken yapacak başka bir şey bulamayınca, kitabımı yazmaya başladım. Henüz
kitabımın ilk gününde önümde oturan Umut’un anahtarlığına takıldı gözüm,
telefon kablosuna benzeyen küçük spiral bacakları ile, yumruk büyüklüğünde
kırmızı plastik bir ponpona kondurulmuş hareketli plastik gözler ve yeşil bir
fötr şapkadan oluşan bu komik yaratık kitabımdaki o bilinmeyen gezegenin
yerlilerini oluşturmaya çok uygun göründü gözüme. Kitaba daha iyi resmetmek
için Umut’tan ödünç aldım onu ve bu şekilde Umut ilk defa ne yaptığıma dikkat
etmeye başladı. Sonrasında olaylar çok hızlı gelişti: kitabı tek başıma yazıyor
ve resimliyordum ama önce Umut, sonra sıra arkadaşım Havva sonra Rojda, Özlem,
Sidar, Server, bir anda sınıftaki neredeyse herkes kitabımda yer almak istemeye
başlamıştı. Sınıftan birinin kızıl saçlı annesini önceki gün televizyonda
gördüğüm bir filmin adından esinlenerek Cehennem Silahı ilan ettikten ve bu
şeytanı devirmek için bir dedektiflik kulübü kurduktan sonra zamanla yalanıma
kendim de inanarak ciddiyetle raporlar tuttuğumdan beridir bu kadar popüler
olmamıştım (3 üyem vardı o zaman: Gül, Ecem ve Ceren), yavaş yavaş herkesi uzay
mekiğime almaya başladım.
Zamanımın
tamamını bu kitabı yazmaya ayırıyordum, evde, okulda, serviste, her yerde
kitabı düşünüyor ya da yazıyor-çiziyordum. Kitabın sonunda, TRT’de yayınlanan bir çocuk filminde
anlatıldığını gördüğüm ‘Prenses ve Bezelye Tanesi’ hikâyesinden esinlenerek bir
prensesi kurtarıyor ve Kral tarafından ödüllendiriliyorduk. Hemen ardından
hepimiz ortak gördüğümüz bu rüyadan aynı anda uyanıyor ve tam her şeyin bir
rüya olduğuna inanacakken ceplerimizde o dünyaya ait bazı şeyler buluyorduk her
birimiz. Kitap bittiğinde evde televizyon karşısında bir koltuğa kurulmuş,
misafir geldiğinde çayını, pasta-börek tabağını koysun diye çıkarılan, her evde
bir örnek bulunan iç içe geçmeli sehpaların birine keçeli kalemlerimle
yayılmıştım. Tamamını elle yazıp çizdiğim kitabımı anneme götürüp verdim,
okudu, gülümsedi, sonra güzel bir şey söyledi ama ne söylediğini
anımsayamıyorum. Güzel bir şeydi olduğundan eminim ama. Aylar sonra bir
arkadaşına “Oturdu kitap yazdı biliyor musun? Öyle acayip şeyler var ki, bir
prenses on kat yatağın altından bir bezelyeyi hissedebilirmiş falan, çok
yaratıcı.” Dediğini duydum. Belli ki hikâyeyi bilmiyordu, benim uydurduğumu
sanmıştı. Övülmek hoşuma gitti ama biraz sahtekâr gibi hissettim.
Kitap
bittikten çok da uzun olmayan bir süre sonra ikincisini yazmaya başladım. Bu
sırada aynı sınıfta okuduğum kuzenim Berçem ilk kitabımı okumak için bir
geceliğine ödünç almak istedi, verdim ben de. Ertesi gün ya da birkaç gün
sonra, tam hatırlamıyorum, geri getirdiğinde, tek başıma yazdığım kitabın önüne
ve arkasına hâlâ dehşetle hatırladığım siyah kalın uçlu bir keçeli kalemle koca
koca harflerle YAZARLAR kısmı eklenmiş, kendi adı ve kardeşinin adı en başta
olmak üzere kitaptaki bütün karakterlerin adları alt alta yazılmış, özensiz ve
simetriden nasibini alamamış dalgalı bir çizgiyle çerçevelenmişti. Kitabın
içini açtım, rastgele karakterlerin adları kapkara karalanmış, yerine altına ya
da üstüne o uğursuz kaba siyah harflerle, o çok çirkin, beceriksiz ve
estetikten yoksun yazıyla ‘Berçem’ yazılmıştı. “Ç” harflerinin nasıl diğer
harflere göre büyük yazıldığını hatırlıyorum, o fazla yuvarlak, obur çizgilerinin
bana nasıl kaba, etli ellerinin henüz yontulmamış, kabataslak şekil verilmiş bir
heykelin parmaklarını andıran parmaklarını anımsattığını hatırlıyorum, bunun
nasıl midemi bulandırdığını hatırlıyorum, kalbimin nasıl attığını hatırlıyorum,
“Nasıl olabilir böyle bir şey?” diye düşündüğümü ve Berçem’e pek bir tepki
göstermediğimi hatırlıyorum. Neden bilmiyorum, hiçbir şey söylemedim ya da
hatırlayamayacağım kadar zayıf bir tepki verdim. Onun kaba dokunuşları saflıkla
yaratılmış bir şeyin ışığını alıp götürmüş gibiydi, kitap benim için özel ve
sihirli olmaktan çıkmıştı sanki. Ya da sadece hevesimi yitirmiştim, bilmiyorum.
Bu olaydan sonra ikinci kitaba asla dönmedim, ilk kitap kitaplıkta uzun süre
asla dokunulmadan kaldıktan sonra bir gün ortadan kayboldu ve sonrasında
yıllarca hiçbir şey yazmadım.
II.
Ortaokulda
bilgisayar ve internet hayatıma girene kadar sadece okudum, günlüklerim dışında
neredeyse hiç yazmadım. Bilgisayar ve internet evimize aynı anda girmişti. Daha
öncesinde haşır neşir olduğum tek bilgisayar, aynı binada oturduğumuz aile
dostumuzun o dönem en yakın arkadaşım saydığım kızlarının bilgisayarıydı.
Yıllar boyu onlara her gittiğimde bilgisayar masasının yanına bir sandalye çeker
büyülenmiş gibi oyun oynayışını izlerdim. Hiç oynamama izin vermedi, ben de hiç
sormadım. Hiç şiddetle bilgisayar istemedim, oynamak da istemedim, hiç
eksikliğini hissetmedim. Ama işte o gün, oturma odasında şu an kim olduğunu tam
anımsayamadığım misafirlerle beraber yer sofrasında bir şeyler yiyorduk, o
zamanlar televizyon karşısında yemek yiyebilmek için sık sık yer sofrası
kurardık, tek televizyonumuz vardı, o da oturma odasındaydı; evdeki iki masa da
mutfak ve salondaydı. Bir yandan televizyon izler bir yandan bir şeyler yerken
birileri kapıyı çaldı, birileri kapıyı açtı, bir sürü tıkırtılar, poşet
sesleri, konuşan birileri çalınıyordu kulağıma ama hiç umursamadım, televizyon
izliyordum. Sonra babam odamdan çağırdı beni, istemeye istemeye gittim, kardeşimle
ortak odamıza kurulmuştu bilgisayarımız. Hiç beklemiyordum, ağzımda hala yediğim
şeyden bir lokma vardı, dışarıdan nasıl şaşkın görünüyor olabileceğimi gözümün
önüne getirebiliyorum. “İnterneti de var üstelik” dedi babam pencereden içeri
çekilmiş ince bir kabloyu işaret ederek, “Senin hediyen bu.” Sanırım doğum
günümdü.
Böylece o
zamanlar çok daha ilkel olan “internet”i keşfetmeye başladım. Başlarda acemice
ilkel oyunlarla, arkadaşlarımla yazışmalarla oyalandım. Sonra “Rol Yapma Oyunu”
denen şeyi keşfettim. Oyuna kaydolan herkes dış görünüşünden kişiliğine, soy
ağacından geçmişine kadar yazarak belirlediği bir karakter oluşturmakla
yükümlüydü. Uygun şekilde oluşturulmuş karakterlerin sahipleri diğer
kullanıcıların karakterleri ile kurgular oluşturup, bütün kullanıcılar sadece
kendi karakterlerini yönetecek şekilde yazarak kolektif bir hikâye
oluşturuyordu. Başlangıç yoktu, bitiş yoktu, sınır yoktu. Yaklaşık 5 sene bu
oyunu oynayarak yüzlerce hikâyenin parçası oldum. Başlarda annem yabancı bir
şeye duyulan anlaşılabilir bir korkuyla bilgisayarda ne yaptığımı kontrol etmek
için bitmez tükenmez bahanelerle arkamdan geçer durur, gizlice neler yaptığıma
göz atar, çoğu zaman da “Şu siyah siyah sitelere girme Nupelda!” ya da
“İnternet dipsiz kuyu vallahi!” diye sitem ederdi sadece. Fakat benim
bilgisayarda, özellikle “siyah siyah sitelerde” geçirdiğim vakit arttıkça,
başka şeylere, özellikle derslere ilgim azaldıkça annemin yaptırımları da
artmaya başladı. Bilgisayar kullanmama önce sınırlamalar getirdi, sonra da
tamamen yasakladı. Ben de bu işi yer altına indirmeye karar verdim. Okuldan
gelir gelmez bilgisayar karşısına geçiyor, öğretmen olan annem akşam işten
dönüp kapıyı çaldığında bilgisayarın fişini çekip hiçbir şey olmamış gibi
davranıyordum. Bir gün okuldan döneli 5 saat olduğu halde üzerimde okul
formalarımla oturduğumu görünce şüphelendi ve bilgisayarın tüplü monitörünün
arkasına koydu elini, sıcaktı. Foyam ortaya çıkmıştı ama pes etmeye niyetim
yoktu. Akşama kadar yazıyor, annemin gelmesine yirmi dakika kala bilgisayarı
kapatıp monitörün arkasını üstüne önceden ıslatıp buzlukta soğuttuğum bezleri
koyarak soğutuyordum. Annem her gün gelir gelmez bilgisayarın arkasını
elliyordu, ama hiç yakalamadı beni. Bütün programımı, kurgularımı bu saatlere
göre ayarlamıştım, sitenin en aktif üyelerinden biriydim, okuldan gelir gelmez
bilgisayar başına koşuyor, saatlerce yazıyor, yirmi dakika kala bilgisayarı
soğutuyordum. Uzun süre devam etti bu. Sonra aşık oldum.
III.
Her ergen
gibi ben de aşkı yeni moda deri bileklikler gibi yaşadım. Herkesin başına
gelmesi gerektiğine inandığım için ben de birilerini seçtim ve bunu
etrafımdakilere ve kendime tekrar ede ede âşık olduğuma inandım. Mutlu oldum,
zevkli ve kendimce havalı acılar çektim, özgüvenim sarsıldı, heyecandan
dizlerim titredi, aşağılanmış hissettim. Ama bütün bunlar süresince sürekli
kendimi bir filmin içinde hissederek yaşadım bunları, kahramanı benim kusursuz
bir versiyonum olan dramatik bir filmin içinde. Kafamda sahneler ve hisler
tasarlar, o sahneleri suni bir şekilde gerçekleştirir, tasarladığı hisleri ise
taklit etmez, gerçekten yaşardım. Lisedeyken, sevgilimden ayrıldıktan hemen
sonra –artık- eski sevgilim, hemen başka bir kızla görüşmeye başlayınca ciddi
bir depresyona girmiştim. Gerçekten üzülüyordum aslında ama şimdi düşününce bu
‘üzülme’ işini uzatabildiğim kadar uzatmak için elimden geleni yapmışım. Üzülme
ritüelleri oluşturmuştum çünkü: Mavi battaniyeme sarılıp müzik dinlemek,
salondaki duvar boy pencerelerin önünde oturup kollarımı dizlerime sararak
uzaklara bakmak, çok dolu kafamı boşaltmak için yaptığıma kendimi ikna ederek
uzun saatler kitap okumak gibi. Uzun süre zevkle mutsuz kaldım. Şu anki durumun
aksine bu uzun mutsuzluk periyotlarımın hiçbirinde tek kelime yazmadım.
Üniversiteye
başladığım sene özellikle izlediğim filmleri, dizileri değerlendirmek, bu
filmlerin bana düşündürdüklerini, hissettirdiklerini yazmak üzere bir blog
açtım. Yazdıkça aldığım keyif artıyor, izlediğim filmleri daha iyi anladığımı
hissediyordum, bu yüzden ciddi bir mesai ayırıyordum bu işe. Filmlerden sahne
sahne görüntüler koyuyor, zevkle yaptığım çıkarımları sıralıyor, sürekli
sitenin istatistik bölümünü takip ediyor, kaç insanın okuduğunu, kaçının
gerçekten önemsediğini kestirmeye çalışıyordum. Fakat bu edebi bir uğraştan çok
yazarak düşünme gibiydi, bu yüzden bir süre sonra kaçınılmaz bir şekilde
özellikle mutsuzken hem kendimi hem de durumu daha iyi tahlil edebilmek, çözüm
bulabilmek için yazmaya, yazarak düşünmeye başladım. İşe yarıyordu.
O dönemin
sonu ise hayatımı altüst eden bazı olaylar sonucunda bir isteksizlik halinde
geldi. Uzun süreli sevgilimle onu aldattığım için ayrılmıştık, ama o beni hayatından
çıkarıp rahat bırakmak yerine anlaşılabilir bir öç duygusuyla eziyet
etmekteydi. Ben ise suçluluk psikolojisinin verdiği uyuşuk bir uysallıkla bütün
bunlara göğüs germeye çalışıyor ama korkunç derecede yıpranıyordum da. Bu
olaylar sınav dönemime denk gelmişti, zaten çok da parlak bir durumda
olmadığımdan kolayca sınıfta kalmıştım. Sanıyorum en son yazılarımı bu umutsuzluk
döneminde yazdım, bunlardan bazılarını nedense bilgisayarımda saklamışım, bu
dönemden elimde kalan sadece iki ya da üç yazı var. Çünkü aldatılmış eski
sevgilim ya şifresini tahmin ettiği ya da bir şekilde beni söylemek zorunda
bıraktığı bloğuma girip ‘bütün yazıların o istenmeyen sevgiliye yazılmış
olduğu’ gerekçesiyle, ki sanıyorum bazıları öyleydi, bütün yazıları geri
döndürülemeyecek şekilde sildi. Bütün emeklerim boşa gitmişti ve ben hiçbir
tepki vermedim. Bir anlığına kalbimin nasıl attığını, başımdan aşağı dökülen
sıcak suları hatırlıyorum ama tepki vermeyişim çaresizlikten, baskıdan ya da
korkudan değildi. Çok da bir şey hissetmedim o an, sadece bir anlığına ateşe
tutulmuş gibi. Sonrasında yıllarca –en azından kayda değer- hiçbir şey yazmadım.
IV.
Tahir
Elçi’nin öldürüldüğü gün Murat’la tanıştım. Tanışmamızdan sonraki ilk 1 hafta
neredeyse sürekli sarhoştum ve kendimi dinleme şansına sahip olamayacak kadar
az yalnız kalıyordum ama ona çabucak âşık oldum. Yaklaşık 6 ay sonra odamın
penceresinin önünde yerde yarı sarhoş oturmuş sigara içiyor, ona aslında her
zaman yazar olmak istediğimi ama hiçbir zaman buna cüret edemediğimi, şimdi ise
bunu başarabileceğimi düşündüğümü söylüyordum. İlişkimiz başından beri okuduğumuz
kitapların etrafında döne döne ilerledi, birbirini tanımayan iki kişi ile
odamda pencerenin önünde o atmosferi sevgiyle soluyan o iki insan arasına
kitaplardan inşa edilmiş köprünün kilit taşı ise Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ıydı. Murat bana kitabın
kendi okuduğu kopyasını vermiş, ‘en sevdiğim kitap bu benim, sen de oku
istiyorum’ demişti. Hep bir gün bir kitap okuyayım ve bütün hayatım değişsin
istemişim, elime yeni bir kitabı her aldığımda bunu ummuşum, bu heyecanla
okumaya başlamışım, Yeni Hayat’ı
okuduğumda anlamıştım bunu. Şimdi geriye dönüp bakınca, galiba Kara Kitap’ı
okuduktan sonra hayatım bir daha eskisi gibi olmamış. Kitabı okumaya nasıl
başladığımı düşündüğümde aklıma gelen şey belki de bu yüzden kitaptan yayılan
ve beni içine çeken güçlü bir ışık. Kitabı okumadım, içine düştüm, Murat zaten
oradaydı, beni bekliyordu. Beraber karanlık sokaklarda yürüdük, kardaki maviyi
gördük, koca şehirde sokak sokak sevgilimizi aradık, minarelere tırmandık,
hikâyeler dinledik, Türkan Şoray’a benzeyen hayat kadınlarıyla seviştik, aynaya
baktık ve yüzümüzü okuduk, kendimiz olmak için kitaplara koştuk sonra da
onlardan kaçtık, dışlandık ve bir başkasına dönüşürken kendimizi bulduk
sonunda. Rüya ile Galip gibi, Hüsn ile Aşk gibi, beraber Kara Kitap’ın üzerine
eğilip kendimizi okuduk. Bu kitabı bu kadar yaşamış olmak, bu kitabı böyle yaşayabilen
insanlar olmak bizi birbirimize bağlayan en genel şeydi. Çünkü birbirimizde
sevdiğimiz başka her şey tam da böyle insanlar olmamıza hizmet ediyordu. Ben de
zâtıma mir’at edindim zâtını.
Aylarca hem
doktor hem de yazar olabileceğime tam bir güvenle, Murat’ın da
yüreklendirmesiyle okul dışında kalan her vaktimi okuyarak, yazarak ya da
Murat’la bunları tartışarak geçirmeye başladım. Dışarı daha az çıkıyor,
arkadaşlarımla daha az vakit geçiriyor, sürekli kilo alıyordum ama git gide
daha mutlu bir insana dönüşüyordum çünkü her zaman olmak istediğim insana
yaklaşmakta olduğumu hissediyordum. Murat’la halk kütüphanelerine gidiyor, aynı
kitapları aynı anda okuyor, hatta kitapları birbirimize okuyorduk.
Sonra
yetişememeye başladım, sürekli kitap okumak, yazı yazmak ve ders çalışmak
arasında bir çekişme yaşıyordum. Ne arkadaşlarımın büyük bir irade ve
kararlılıkla saatlerce ders çalıştığı hastanenin, tıp fakültesinin somut
dünyasına girebiliyordum ne de edebiyatın gerçek dünyadan ayakları kesen soyut
dünyasına. Fark ettirmeden uzunca bir süre sadece huzursuzluk diye
adlandırdığım bir yetmezlik, yetememezlik duygusu peyda oldu ve için için
tükenmeye başladım. Okul sınavlarını tek tek geçerek doktor olmaya adım adım
yaklaşan Müjde’ye bakıyor ve “Evet ama ben bir de yazar olacağım” diyor;
edebiyata karşı gerçek bir sorumluluk duyduğunu her türlü hissettiren ve ben
yerimde sayarken kitap üzerine kitap deviren Murat’a bakıyor ve “Evet ama ben
bir de doktor olacağım” diyordum. Bu durumda bir şeyler beni rahatsız ediyordu
ama hiçbir zaman tam olarak üzerine gitmiyordum.
Sonunda bir
hesap yapmaya cesaret edebildim: Senenin başından beri çoğu tamamlanmamış, bir elin
parmaklarını geçmeyecek kadar öykü yazmış, sadece yirmi beş kitap okumuş ve
okul sınavlarımın çoğundan kalmıştım. “Boşa geçirilmiş zaman” hissi bütün
hayatımı kapladı ve umutsuzluğa kapıldım. İki şeyi birden oldurmaya çalışırken
hiçbir şey olamamıştım. Bir öncelik belirlemek ve ona odaklanmak gerekiyordu,
tek çözüm buydu. Edebiyatı, en azından profesyonel edebiyatı hayatımdan
çıkarmaya karar verdim.
Bunları
yazıyorum çünkü hayatımın aslında her zaman edebiyatla ne kadar iç içe
olduğunu, zaman zaman önceliklerim değişse ya da değişmek zorunda kalsa da
sonunda dönüp dolaşıp yine kelimelere döndüğümü hatırlamaya ihtiyacım vardı.
Her zaman yazar olmak istediğimi anlamaya ihtiyacım vardı. İstemişim gerçekten
de; on yaşındayken sokakta top oynamak yerine dosya kâğıtlarını birbirine
zımbalayıp bir hikâye anlatmak istemişim, ergenliğimi zaten okulda gördüğüm
arkadaşlarımla bir de internetten konuşarak geçirmek yerine yine saatlerce
uğraş verip kendi hikâyelerimi anlatarak geçirmişim, en zor zamanlarımda
düşünmek için yazmışım, film izlediğimde anlamak için yazmışım… Yazar olmak
istediğimi fark ettiğim, Murat’la ortak soluduğumuz o sihirli andan sonra ise,
bambaşka ve tuhaf, sadece okunacak değil içine düşülüp kaybolunacak hikâyeler
anlatmak için yazmak istedim, ayrıntıların tadını çıkarmak, hayatımda
başkalarının hayatını göstermek için yazmak istedim, kendimi hikâyemin
tuhaflığının içinde tanımak, bu esnada dünyayı da anlamlandırmak için yazmak
istedim.
Yazamadım.
Ama bir gün
yazacağım, çünkü ben her zaman yazar olmak istedim.