Monday, November 11, 2013

My Mad Fat Diary

Öncelikle, sayığın pıröfösör doktor Aybüke Uçar'a adeta kendi çocuğuymuş gibi reklamını yapıp, her türlü kefil olup, sonunda 'Kız sürekli Oasis dinliyor bak' diyerek beni oltasına düşürdüğü için teşekkür ediyorum.

En başta dizinin beni avuçlarına almasını sağlayan şeyi, müziklerdi. Her şeyiyle Britanya, ki her şeyiyle çok severim, hehe. (Tabii ki)Oasis'ten tut, Stone Roses'a, Radiohead'e efenime söyleyeyim burası pek Britanya olmamış ama Björk'e kadar, deliler gibi sevdiğim bütün grupları insanları alıp diziye şeyetmişler. Resmen izledikçe mutlu oldum. Her Oasis dendiğinde, duvardaki posterleri her gördüğümde, efsanevi '96 Knebworth konserine gidecekleri vakit Oasis tişörtleriyle görünce mutluluktan çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Yani şuna bi' bakın, 90 çocukları hehehe.




Hikayenin çok çok özel bi durumu yok, benim bahsedeceğim durum diziden çok spesifik bir durum. Yoksa klasik British Teenage Drama, işte bir eşcinsel, bir psikolojik problemli, bir öğretmeniyle ilişki yaşayan liseli, bir tane havalı/yakışıklı abimiz. Esas kızımız bu grupta bi şekilde kendine yer bulmaya çalışıyor falan filan.

Bu Oasis heycanlanmasıdır, müziktir, bunlar için başladım izlemeye, evet, ama işte izledikçe başka bi' yerden de yakaladı beni. Bu durum biraz şahsi bi' durum, yani hayatınızda hiç bundan muzdarip olmadıysanız bunu asla anlayamazsınız. Durum şu ki, esas kızımız fazla kilolu, hatta tam olarak 105 kilo, ve şu an hala çözemediğim bir sebepten dolayı kendine zarar vermeye çalışıyor, beceremiyor, 4 ay bir klinikte kaldıktan sonra bir arkadaş grubuna katılmaya çalışıyor. Spoiler değil bunlar, hemen küfrü basma, dizinin ilk sahnesine görüyosun bu durumu zaten. 

Hiçbir zaman bu kadar kilolu olmadım, ama hiçbir zaman zayıf da olmadım. Sınava hazırlandığım evrelerde (iki adet var çünkü ehehe) totalde on kilodan fazla aldım ve gerçekten aynaya bakmak konusunda sıkıntılarım vardı. Ve resmen şu kızda, bu açıdan kendimi gördüm. Yani, alış veriş yaparken yaşadığı o daralma durumları, aynaya bakamama takıntısı, bütün o kabulleniş durumu... Ha, evet, bir de müzik zevki hehe, tabii o başka bi konu. (Ama kız üzgünken Champagne Supernova dinliyor yahu!)

Her neyse, bir sahne vardı ki, aslında gerçekten ürkütücüydü. Hayatınızda tanımadığınız tanışmadığınız, konuşmadığınız, hatta ve hatta hiç görmediğiniz birinin sizin rüyanızı aynen, aynı şekilde filme çektiğini Hayal edin. Ya ben bunu, bu şekilde o kadar çok hayal ettim ki, izlerken gerçekten tüylerim diken diken oldu, kesinlikle çok çok iyiydi, şu yazıyı yazmamın sebebi de şu sahne. Buyur:


Bu kadar kolayca kurtulabileceğini hayal etmek bile öylesine tatlı geliyo ki insana. Hani çok kötü bi şey olduğunda yaşadığınız 'lütfen bütün bunların hepsi rüya olsun, birazdan uyanayım, her şey normal olsun' durumu. Onun gibi bi şey. Bazıları bunun ne kadar güçlü bi sahne olduğunu, doğal olarak anlayamayabilirler, ama benim için kesinlikle çok etkiliydi, çok hem de.

Demem o ki, güzel dizi, cidden güzel dizi. Üzerine saatlerce yazabileceğim türden ilişkiler var karakterler arasında, taraf tutmaktan vazgeçip şöyle bi geriden incelediğinizde çok ilginç çıkarımlarda bulunabiliyosunuz. Kesinlikle amatör işi değil. Ve tabii ki, müzikler her şeyi çok daha iyi hale getiriyor.

Eğlenceli gibi, sıkmıyor, ama arada güzel dokunuyor, izle bence, sen biliyon ama.




Monday, October 21, 2013

Rutini Sevmek.

Evet, kimse bu kelimeyi sevmez, değil mi? 'Rutin'. Sevimsiz geliyor. 'Hep aynı şeyleri yapmak, ruhsuzlaşmak, heyecanını kaybetmek' gibi geliyor insana kelime, çünkü hep bu şekilde kullanılıyor. Ama hayır, rutin bu değil. Rutin esasen bu durumlar için. Rutin güven verici. Rutin huzur dolu. Her zaman ne yapacağını, belli bir saatte ne yaptığını, ne yapıyor olacağını bilmek demek rutin. Kış sabahındaki sıcak yorgan gibi rutin.

Rutin yaşamayı seviyorum.
Noel'in her konsere It's Good To Be Free ile başlayıp Don't Look Back In Anger ile bitirmesini seviyorum.
Sheldon'ın 'monday shirt'ünü 'thursday dinner'ını seviyorum.
Sabahları düzenli olarak patatesli yumurta-menemen-sucuklu yumurta sırasıyla kahvaltı etmeyi seviyorum.
Her gün yemek yerken bir bölüm dizi izlemeyi seviyorum.
Sabah okula giderken 'sabah dinlemelik şarkı'mı dinlemeyi, uzun yolda 'uzun yolda dinlemelik şarkı'mı dinlemeyi, üzgün olduğumda 'depresyonda dinlemelik şarkı'mı dinlemeyi seviyorum.

Sorun şu ki, beceremiyorum. Rutin yaşamayı beceremiyorum. Sevdiğim şeylerden, hala seviyor olduğum halde o kadar çabuk sıkılıyorum ki, kendimi bile korkutuyor bu. Bana hayatımın en büyük kaybını yaşatan şey de bu sanırım. Ve tabii ki, tam bir klasik; 'kaybedene kadar ne kadar değerli olduğunu anlamamak'.

Artık istemeden hayatımın bi rutine oturduğunu gördüm ama. Sanırım bütün bu insanlar haklı. Rutin ya mutsuzluktan doğuyor, ya da mutsuzluk rutinden doğuyor. Çünkü kendimi mutlu hissettiğim anlarda yıktım bütün kurallarımı. Mutsuzken sadece aklını gündelik şeylere vermek istiyorsun, mutsuz olduğun şey hakkında düşünmemek, meşgul olmak. Bu sayede her şeyin düzene giriyor. Yani benim için öyle.

Son birkaç ayda hayatımda hiç olmadığım kadar düzenliydim. Çünkü vicdan azabı çekiyordum ve aklımı bundan uzak tutmak için her şeyi yapıyor, kendime sürekli meşguliyet yaratıyordum. Dolabımı düzenliyordum, odamı temizliyordum, deliler gibi alış veriş yapıyordum. Şimdi buna bir de inanılmaz bir üzüntü eklenince, deli gibi kafamı meşgul tutacak şey arıyorum. Gülmeye, kahkaha atmaya çalışıyorum, kendime 'bak işte kahkaha atabiliyorsun, gülebiliyorsun, iyi olacaksın' diyebilmek için, iyi olabileceğimi kendime kanıtlamak için.

Ama başaramıyorum, başaramadıkça rutinlerime daha çok adıyorum kendimi. Asla makyajımı silmeden uyumuyorum, yatağımı sürekli topluyorum, ev işlerine koşuyorum. Çünkü, bir an için olsun kendimle ilgili durup düşünürsem, berbat hissediyorum.

Ruhum kirlenmiş gibi hissediyorum.

Hatta, bunu nasıl açıklayacağımı buldum! Sanki bir Horkuluk yaratmışım gibi hissediyorum. Ruhumu bölüp bir eşyaya saklamışım, sonra da onu yoketmişler gibi hissediyorum. Yarım. Yarım hissediyorum.

Nasıl ki bir insanı öldürdükten sonra artık masum olman imkansızsa, benim de masum olmam imkansız artık.

Keşke kaybettiklerim bundan ibaret olsaydı.




Yazarken dinledim:

Sunday, October 20, 2013

Yeni. Gerçeküstü.

7-8 sene önce bir yaz tatilinden döndükten sonra iyi duyamadığımı farkettim, havuzdan mıdır artık nedir bilmiyorum. Doktora gittik, kulaklarımı temizledi. O kadar kirin kulağıma nasıl sığdığını gerçekten bilmiyorum. Ama konu bu değil, çok acayip bi durum oldu. Tam olarak sebebini bilmiyorum ama normalde duymayacağım sesleri duymaya başladım. Koridorda yürürken caddeden geçen arabaların kapı çarpma seslerini falan duyuyordum. Taa koridorun öbür ucunda fısıldaşan insanları çok net bi' şekilde duyuyordum. Babam vardı yanımda, durumu söyledim ona, kendi sesim bana inanılmaz yüksek geldi. Babam cevaplarken de aynı durumu yaşadım.

Hastaneden çıktık, başta çok can sıkıcıydı ve korkutucuydu. Ama durumun normal bi' şey olduğunu öğrendikten sonra rahatladım. Bu duyguyu nasıl anlatsam bilemiyorum. Hani çok gitmek istediğiniz bi yere ilk gittiğinizde yaşadığınız gerçeküstülük duygusu var ya. 'Off çok güzel ya, bu gerçek olamaz kesinlikle.' hissi. Aslında başkasının hayatıymış, ya da aslında rüya görüyomuşsun gibi. Öyle oldu. Daha önce tecrübe etmediğin bi şeyi yaşarken duyduğun o his işte. Her şey yeni ve gerçeküstü geliyor. Bi filmden alınmış gibi, sana ait olmayan anılara tanık oluyormuşsun gibi.

Yeni ve gerçeküstü. Kulağa kötü gelmiyor, değil mi?

Hayatımda hissettiğim en kötü his. Yeni ve gerçeküstü.

Bütün bunlar olmuş olamaz.

Ben böyle bir insan olamam, ben iyi bir insanım. Ben kimsenin kötülüğünü istemem, sinsice planlar yapmam, hırsımdan başkalarının başarılı olmasını engellemeye çalışmam, kıskanmam bile. Ben ya, Nupelda.

Ama oldu. Hepsi oldu, hepsi gerçek artık. Bu konuda yapamayacağım, ve aynı zamanda yapabilmek için her şeyimi verebileceğim tek bi' şey varsa o da olanları geri almaktır. Ama yapamam bunu. Kimse yapamaz. Yanlış, yanlıştır. O en klasik örnekteki gibi tahtadan çivileri sökebilirim, çivinin deliğini kapatabilirim de belki, ama o delik hiç olmamış gibi yapamam. Yapamayız. Tanık olan kimsenin aklından silemem hiçbi' şeyi. Kendime 'ben iyi bir insanım' diyemiyorum artık. Tek yapabildiğim bütün bu olanlardan sonra çok mutsuz olabildiğime sevinmek. 'Bütün bunlar beni bu derece rahatsız ediyorsa, demek ki o kadar da kötü biri değilim' sonucunu çıkarabiliyorum ancak olanlardan.

Mutsuz olduğuna sevinmek. Sevinebilmek.
Durum bu.

Yaptığım şeyi nasıl atlatmaya çalıştığımı öğrendiğinde Yekta bana 'Bu dünyada senden daha değerli hiçbi' şey yok ki! Sen kendine değer vermezsen kim sana değer verecek?' dedi. Haksız. Haklı. Dünyada benden değerli bi' şey olmadığı doğru değil. Ama kendime değer vermediğimde kimsenin bana değer vermeyeceği durumu çok doğru. Bunu umursamamak ne kadar doğru, sanırım göreceli.

Yani, anlatmaya çalıştığım, yeni hissediyorum. İçimdeki 20 yaşındaki kız ölü. Bir kapı çivisi kadar ölü. Ruhumun kemiklerinin sızladığını hissediyorum yaşlılıktan. 'My body feels young but my mind is very old.' Yeni ve gerçeküstü hissediyorum. Bir gün o gerçeküstülük durumundan kurtulup ayaklarım yere bastığında şimdiden sırtımda zar zor taşıdığım yükün kemiklerimi kıracağını biliyorum. Ve iple çekiyorum.

Her sene, bir sene önceki kendimi omuzlarından sarsarak nasihat etmek istediğimi düşünürdüm. Bu sefer bir sene önceye dönüp kendimi öldürmek istiyorum.

Ama bir anlaşma yaptım.
Ve bozan taraf ben olmayacağım.
İyi geceler.
İyi günler.
Mutlu yıllar.
Günaydın.
Kaçırdığım her şey için, kaçırdığım kadar.

Saturday, October 19, 2013

Doğruymuş.

Hayatın devam ettiği doğruymuş.
İnsan ne yaşarsa yaşasın, en güvendiği insan ona ihanet etsin, ya da kendi kendine ihanet etsin, ya da çok değer verdiği birini kaybetsin, ne olursa olsun hala yürürken bir çukur gördüğünde 'aman içerisine düşmeyeyim, canım acımasın' içgüdüsüyle etrafından dolaşıyormuş çukurun. 
İsterse yaptıklarının vicdan azabından uyuyamasın, kendine saygısını yitirsin, insanlığından ödün vermiş olmanın ağırlığıyla boğuşsun, yine de kendini sevmeye devam edebiliyormuş. Ojesini tazeleyebiliyormuş, sınavdan geçmek isteyebiliyormuş veya canı sevdiği bir yemeği çekebiliyormuş.
İnsan, ne olursa olsun insan olmaya devam ediyormuş yani, anlatılanların hepsi doğruymuş.
Pişmanlık, yapıcı olabiliyormuş bazen. En soyut anlamda yapıcı tabii, içten içe seni kemiren bir şeye ne kadar yapıcı diyebilirsek o kadar soyut anlamda yapıcı. Ruhunun en çocuk, en mutlu taraflarını kemirip bin katarak sıçtığı bokundan kaleler yapıyormuş kemirdiği o yemyeşil alanlarına içinin. Karanlıklarda sadece silueti göründüğünden boktan olduğu belli olmayan görkemli kaleler. Heybetinden yaklaşamadığın, aslında sadece boktan ibaret olan kaleler. Böyle yapıcı işte.
Ama yaşıyormuşsun, doğruymuş.
Bir an bile vazgeçmek istemiyormuşsun nefes almaktan.
Doğruymuş.
İnsan umut etmekten bir an bile vazgeçmiyormuş.
Vazgeçmek istemiyormuş.
Bir an bile.

Güzel günler göreceğiz,
Güneşli günler.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
Işıklı maviliklere süreceğiz.