Saturday, November 22, 2014

Nasıl?

Bu şeyin içinde nasıl yaşıyosunuz lan?
Ne denir, hengamenin. O da değil, bok diyeceğim, sanatsal olmayacak, anlam derinliği taşımayacak. Ya da sıçarım;

Bu bokun içinde nasıl yaşıyosunuz lan?

O kadar samimiyim ki bak bunu sorarken. Şöyle anlatayım samimiyetimi, az evvel Gülçin'i arayıp 1 saat boyunca ağladım; onbeş kere falan bunu sormuşumdur, 'Bu insanlar böyle nasıl yaşıyorlar lan?' Çok merak ediyorum, bütün bunları, yaptığınız bu bütün ağır şeyleri ve yapmak isteyip de yapamadığınız şeyleri nasıl kaldırıp sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam edebiliyorsunuz?

Uçlu kalemle harakiri yapmama az kaldı benim, naber?

Ben kaldıramıyorum. O kadar kaldıramıyorum ki, dayanamıyorum artık, ezildim altında. Dersleri falan geçiyorum, gerçekten yapıyorum bunu. Evet, böyle iş olmaz; evet bi insana bu kadar insafsızca yüklenilmez falan. Evet. Doğrudur. Sorun ders değil sadece, şöyle: Adam akşam ağlayarak sızlayarak saçını başını yolarak 5 saat çalıştıktan sonra sabah yenilenmiş bi' şevkle uyanıyor, saçını başını yola yola bi 5 saat daha attırıyor, biraz daha ağlıyor, arkadaşlarıyla tektekçiye gidiyor, tadı damağında kalmamış gibi, dağılmadan, kendini kaptırmadan, öyle bi şey hiç yaşanmamış gibi evden hiç çıkmamış gibi geri geliyor tekrar çalışmaya devam ediyor geç saate kadar, biraz daha strese girip ağlıyor, ama sabah kalkıp derse gidiyor, spora gidiyor, sağlıklı besleniyor, iyi görünüyor, sevgilisi oluyor genelde bunun aynı kafada, onunla vakit geçiriyor.

Ben nefes alamıyorum lan. Benim nefes alacak alana ihtiyacım var, tembellik mi bu bilmiyorum, Benim 'dur lan 5 dakka şurda oturalım'lara ihtiyacım var. Benim ağlamalık zamana ihtiyacım var ulan, vakit kaybetmemek için ağlarken ders çalışıyor adamlar. Benim durup saçmalayacak, boş işlerle uğraşacak, ne bileyim Sherlock'ları tekrar tekrar izleyecek, oyun hamuruyla oynayacak, çantama dışarıdan görünmeyecek kırmızı yıldızlar dikecek vakte ihtiyacım var. Her şeyi bırak, benim bir ruh haline yarım saatten fazla girebilmeye ihtiyacım var ulan. 5 dakka önce arkadaşlarla eğlenip, sonra stresten kafam kabuk ata ata ders çalışamam. Dünyanın en insani isteği bu lan heralde. Bu allahın belası duygusal roller coasterın içinde ağzım burnum tıkanır, gözüm kanlanır benim lan. Kusarım ben. Yapamıyorum zaten.

Hay dur spor yapayım yoruldum, biraz ders çalışayım stres oldum, azcık da Aybüke'yle şurda oturayım ay eğlendim, spor yapayım yine ama sanırsam biraz bokum çıktı, yetişeyim de çamaşırları yıkayayım, hii ders çalışmadım boşver çamaşırı, dışardan yemeyeyim artık ay bulaşıklar dağ gibi oldu, hii yemek yaptım ne ara ders çalışçam, dışarı çıksaydım ya bi ara? Ama spor? Peki ya ders? Çamaşır? Bulaşık? Yemek? Hayat?

Bızzt.

Her parmağımı bi kavanoza batırıp da yiyeyim derken cırcır oldum ulan.

Yetişemiyorum, elimden gelmiyor, ne fiziksel ne mental olarak gücüm kaldı artık, ağzımı oraya gözümü buraya derken Picasso tablosuna döndüm.

Koyverdim ya, hiçbi şeyde bi iddia taşımıyorum, hiçbi şeye özen göstemiyorum, hiçbi şey yapmıyorum resmen. Bütün bu şeyler kolkola girip bi arabaya binmişler, son hız üzerime geliyolar; ben gözlerimi farlara dikmiş donmuş kalmışım yolun ortasında ceylan gibi. Araba çarpana kadar gün geçiriyorum. Nereye kadar giderse.

Evim yok, yaşam alanım 6 metrekare falan. Ders çalışabileceğim 3 yer var, 2si odamda değil, yere oturamıyorum. Aylardır kanepede uzanıp televizyon seyretmedim. Sıçtığım yerle uyuduğum yer arasında yaklaşık 3 metre var. Buzdolabının üzerinde bulaşıklarım var onun üzerinde de montlar falan asılı. Aynı masada yemek yapıyorum, dizi izliyorum, ders çalışıyorum, ağlıyorum, makyaj yapıyorum, kafamı masaya vuruyorum

Daha önce de söyledim, mantar gibiyim. Köksüz, eğreti, saçmasapan ya. Nasıl bu kadar uyum sağladınız lan buraya, buna, bu tempoya? Nasıl gözünüzün feri sönmüyor, nasıl bu kadar hızlı mod değiştirebiliyorsunuz, nasıl altından kalkabiliyorsunuz?

Nasıl bu kadar büyük bi samimiyetsizlikle bu kadar mutlu olabiliyorsunuz?
Oğlum gerçekten ya, nasıl bunları görmezden gelmeyi öğrendiniz, bana da söyleyin lan, ayıp oluyo.
Kaldıramıyorum.
Adapte olamıyorum.
Dahil olamıyorum.
Kendimi adayamıyorum.
Dayanamıyorum lan.

Ramak kaldı.

Şeye ya, sigaraya başlamama, evet. Aynen.
Baya havalı bi şey sigara, hele 18 yaşından küçüksen ve deri ceketin de varsa tadından yenmez.
En sevdiğim.

Göğsüm sıkışıyor ya, yeter.

İyi geceler,
Nupelda.


Tuesday, June 24, 2014

ÜçDört.


  • " Call me a cliché, how right you are. "                                                    
                                                              Kasabian - Days Are Forgotten.


Herkes gibi ben de kendime yabancılaşma seansları geçiriyorum hayatımda. Belki biraz daha garip olanından. Elimde diş fırçam, üzerine sürülmüş macunla aynaya bakakalıyorum. Bi' dış uyaran olmadan, işte ne biliyim macunu üzerime dökene ya da annem falan gelip 'al kırdın kırdın'ın annesi gibi 'salak bu çocuk ya, gerizekalı' tepkisi vermeden kendime gelemiyorum. Ya da bulmaca çözerken, kalemi gazetenin üzerinde unutup bozuk para büyüklüğünde bi mürekkep lekesi bırakana kadar. Ya da irmik tatlısı yaparken dibi tutmasın diye sürekli karıştırmam gerekirken elimde kaşıkla öylece durup tahta kaşığın yanık kokusunu alana kadar. Bence herkes yaşamıştır bu hissi ya, 'ulan bu benim burnum mu, hem burun ne ki ya, suratımızda bi yükselti var nefes falan alıyoz ordan, ne gerek var direk delik olsaymış' falan diye.

İşte, son zamanlarda bu seanslar 'Babam ve Oğlum'un gösterimdeki 50. haftasındaki günlük gösterim sayısı kadar tekrarlanmaya başladı. Günde en az 5 kere, hayatımla ilgili ciddi kararlar veriyorum, ve her seferinde hayatımı bambaşka bi' yöne götürmek istediğimi düşünüyorum. Bütün bunların sağlıklı olmadığını düşünebilmek sağlıklı hissetmemi sağlıyor, yine de, John Nash'in iki hayali arkadaşla yaşamaya alışması ve bunun ne olduğunu bilmesi onu daha az şizofren yapmadı.

Demem o ki, kendimi korkutuyorum.
Ki ben,
Korku filmi izleyemeyen insanım.
Sen düşün.


  • " Swimming through sick lullabies, choking on your alibis. "

                                                             The Killers - Mr. Brightside.


3-4 gün olmuş ya da olmamıştır, kendime değil başkasına yabancılaştım, hayatımda 3-4 kere olmuştur bu da. 3-4 bardak kahve ya da çay içmiştim, hatırlamıyorum, uyuyamadım, belki de ondan değildi, onu da bilmiyorum. Saat 3-4 gibi, Gülçin'i aradım, baya bi', bi' 3-4 saat konuştuk. Kapattıktan sonra bi 3-4 dakika kadar elimde diş fırçasıyla aynaya bakıp burnumu anlamlandıramamış gibi hissettim, sonra geçti. O gün uyumadım. Sonra 3-4 gün pek iyi uyuyamadım. O 3-4 gün boyunca 3-4 şarkıyı başa sarıp sarıp dinledim, hiçbiri mutsuz değildi, götünü sallasan sallardın. Ikea'dan 3-4 liraya aldığım inanılmaz güzel bi deftere büyük harflerle BIKTIM yazdım. Bıkmaktan başka bi şeydi, aklıma 3-4 şey geldi yerine yazacak, yine de en çok bıktım denirmiş gibi geldi, öyle yazdım. Ve inanın, şu paragrafta, 3-4 kere aklımdan geçmiş olsa dahi, yalan yanlış tek bir şey yok.

Üzgün değildim, değilim, kafam karıştı, amaçsız gibiyim. Bir şeylere yoğunlaşmak istiyorum, bir adama, bir şarkıya, bir kitaba, anneme, ellerime, ayakkabılarıma, edebiyata, şarap yapımına, gitar çalmaya, teknolojiye, şiire, ataride silahla oynadığımız pis pis gülen köpekli ördek vurma oyununa, bilgisayarımın içini açmaya, ev işlerine, yemek yapmaya, her hangi bir şeye yahu!

Ama sanırım bu da benim lanetim.
Bir şeylerde iyiyim.
Birçok şeyde iyiyim, mütevazi davranmazsam.
Ama Allah kahretsin, hiçbir şeyde çok iyi değilim.
Çünkü odaklanamıyorum.

Bu beni öylesine derinden rahatsız ediyor ki, sanırım kendime aynadan canımın içi Chloe (buyrun buradan) gibi bakmaya başladım. Kendimde fark ettiğim haklı özgüven eksikliği artık başkaları tarafından da fark edilmeye başlandığından beridir oynadığım 'yalnız onu en iyi ben bilirim' maskem düştü, tereddütlü, beyni titrek birine dönüştüğüm izlenimine kapılıyorum. Daha önceleri kimsenin alay etmesine mahal vermeyen tavrım yerini alay edildiğinde 'yha ama neden alay ediyorsn' a bıraktı. 

Kendine saygı/ kendine güven adına, kendimi en az 3-4 şeyde (:P) en azından 'EVET BANA BU KONUDA GÜVENEBİLİRSİN' (tabii ki büyük harflerle) diyebilecek kadar 'çok' iyi duruma getirmeliyim. Kendi adıma, bunun başka yolu olmadığını açıkça görebiliyorum.

Evet, cevap bu, aynen, doğru.
Ama hoca cevaba 2 puan veriyormuş.
Yolu da yazmamız lazım yani.

  • " Like a one-man-band, clapping in the pouring rain. "

Etrafımdaki insanlar bilgisayarlarında bir problem olduğunda beni arayıp sorabiliyorlar, ama ben kendi bilgisayarımdaki problemi düzeltemiyorum.
Yıllar sonra karşılaştığım ilkokul arkadaşım beni 'sen inanılmaz kitap okuyordun ya, tam bir kitap kurduydun' diye hatırlıyor, ama ben aylardır kendimi mutlu edecek kadar okumuyorum.
Aynı şekilde, oldukça iyi ingilizce bildiğimi düşünüyor herkes, ana dili ingilizce olan bir arkadaşımla oldukça iyi anlaşabiliyoruz, yine de kendimi tatmin edecek kadar bilmiyorum.
İnsanlar yazdıklarımı beğendiklerini söylüyorlar, kendimi mutlu edecek kadar iyi yazamıyorum yine de.

Bütün bu 'yeterince iyi değilim', 'benim bu konudaki kapasitem bu değil' şikayetlerimin ucu bana, benim kendimden tatmin olmayışıma bağlanıyor gördüğüm gibi. Zekama ve potansiyelime güveniyorum, evet ama, kim güvenmiyor ki, kim 'ben salağım ya, onu bunu yapamam' diyor? Keşke bunu anlamanın bir yolu olsaydı. Beynimize sağ tıklayıp teknik özelliklerimizi kontrol edebilseydik. Bu bilgisayara şu oyun yüklenmez, der gibi; şu adam bunu yapamaz diyebilseydik. Ama ne yazık ki, benim düşünebildiğim tek yok kendimi tatmin edene kadar denemek. Yazım tarzımı değiştirdim mesela, bilmiyorum, değişim yapıyor olmak her zaman ilerlemeyi beraberinde getirmeyebilir. Yine de, denemiş olmak kendimi mutlu etmek adına yapılması gereken bi' şeymiş gibi görünüyor. Bakın, burada zorunluluktan bahsetmiyorum, örneklemeye çalışayım. 'Kitap okumak iyidir, ama ben yeterince okumuyorum' şeklinde bir rahatsızlık değil bu 'Kitap okumak beni mutlu ediyor, neden mutlu olacak kadar okumuyorum lan, salak mıyım' şeklinde.

Bi' şeylerde iyi olma isteği, kendini yukarılarda görmeye alışmış ya da tam tersini kendine konduramayan hastalıklı bir egonun ürünü müdür bilmiyorum. ( Peh, iyice Asgard'lı Loki triplerine girdim. )Ve bu yazıda o kadar çok bilmiyorum dedim ki, karar verdiklerimin doğruluğundan üç gün sonra da bu kadar emin olacak mıyım bilmiyorum. Ama iyi olmak istiyorum. Kendimi iyi hissetmek istiyorum her anlamda Belki de bu da, bana bu yazıyı yazdıran o seansların bir ürünüdür. Yine de, yazmak rahatlattı. Her şeyden öte, yazarken keyif aldım. 

Bu kadar sıkıcı kişisel şeyleri, ta buralara kadar okuduysan:
İlkin sana teşekkür,
Sonra da bana aferin.
Sen okuduysan ben de okuttum olm.

İyi geceler.
Sevgiler,
Nupelda.

Konudan bağımsız kıyak : 


Friday, June 20, 2014

Let It Be.

Bir süredir sanat filmlerindeki tıkanmış polisiye yazarları gibi ekranda yanıp sönen imlece bakıyorum. Ne yazmam gerektiğini bırak, ne hissetmem gerektiğinden bile emin değilim. Kendimi kalbi kırılmış, incinmiş ama rahatlamış hissediyorum. Bir yandan kendime 1 ay sonraki kendimle ilgili hedefler koyarken bir yandan bir saniye daha yaşamak istemiyorum. Ve Allah kahretsin, bütün bunlar o kadar tanıdık ki. Ben bunları o kadar çok yaşadım ki, o kadar çok. Tekrar, tekrar, tekrar, tekrar. Hatta neredeyse birebir aynı olaylar. İçim aynı sıkıldı, canım aynı acıdı.

Ulan.
Acısın.
Bırak olsun be.
Olsun anasını satayım.

6-7 sene önce uykularımı kaçıran, günlerce ağlatan olaya dönüp gülümseyebiliyorum. Kendime gülebiliyorum. 3-4 sene evvel depresyondan depresyona sürükleyen, bütün yaşama isteğimi alıp götüren, ot gibi zayıflatan olayı hatırlayıp gülümseyebiliyorum.

Ulan daha geçen sene be.
Bi' daha gülemem sanmıştım, bütün her şeyden sonra, bugün olanlardan sonra dahi, tam şu an gülebiliyorum.

Bırak olsun.

Kendimi 'Kahpe Bizans'taki Mehmet Ali Erbil gibi karnıma karnıma gömülmüş kılıcı tutup 'ACIMADI Kİ' diyomuş gibi hissediyorum ama tam öyle değil o. Acıdı ulan, baya bi acıdı. Orası zaten eşelenmiş, örselenmiş bi yerdi, daha da iyileşmeyecek kadar acıttı. Ama bak, bana bak, ben acımadığından gülmüyorum. Ben alıştığımdan gülüyorum. Kendimi bu halde bulduğumda 'Bak tam şimdi, şu anda bunları düşünme, şu hapları at da sakinleş, hele bi yarın olsun da böyle düşünmeyeceksin, uyuyamıyosan da şeyapalım birilerini arayalım' diyebilecek kadar profesyonelleştim. Hatta kendime 'Little Miss Sunshine'dan sahneler hediye edip güldüm kendi kendime. Birilerine dayanmaya çalıştım, Gülçin'i aradım taa hava aydınlanana kadar konuştuk. Cam, kor falan üzerinde yürüyen tipler var ya, kendilerini o acıya alıştırmışlar hani yürüyüp geçiyolar, öyle hissediyorum.

Bırak olsun lan.
Yürür geçerim bunun da üzerinden cambaz gibi, daha önce geçmedim mi?

Çok süre değil, gün hesabı süre sonra düzelicek bu.
Bırak olsun.

Olsun mu?



Olsun.
Sevgiler,
Nupelda.


Friday, May 30, 2014

Mavi Hap mı, Kırmızı Hap mı?

Farkettim ki, hayatımın gidişatını etrafımdaki insanlar belirliyor. Bu, yemeğe nereye gittiğimden tut mutlu olup olmadığıma kadar her şeyi ama her şeyi kapsıyor. 'Hayır' diyemiyorum. 'Bunu yapmak istemiyorum, şunu yapmak istiyorum.' diyemiyorum. Hep 'peki' diyorum 'senin dediğin, senin istediğin gibi olsun.'. Hep bunu yaparsam insanlardan saygı duyacağımı, iyi niyetimin takdir edileceğini düşündüğümden artık düşünmeden yapıyorum bunu.

İnsanlar alışkanlıkları, rutinleri ellerinden alındığında hırçınlaşıyorlar. Bu, eğer onlara kendinizden çok fazla şey verirseniz onun 'hakları' olduğunu düşünmelerini sağlıyor. Bak mesela babam anneannemi ve teyzemi bize her geldiklerinde evlerinin önünden alıp akşam da tekrar evlerine bırakıyor, anneannem yaşlı olduğundan. Bi gün anneannem zaten bizdeydi, teyzem dolmuşa binip gelmişti babam okuldaydı, çalışıyordu diye. Kıyametleri kopardı, 'nasıl beni almazsın' diye babam eve gelince. İyi de, adam seni almak zorunda değil ki? Buna rağmen her zaman seni evinin önünden alıp, geri bırakmış, tek bir sefer hariç. Bunun tam tersi olsaydı, hiçbir zaman yapmayıp tek bir kere yapmış olsaydı bunu, yaptığı gün gözünde ne kadar harika bi adam olucaktı. Bunun gibi işte, insanlara ne kadar boynunu büküp 'tamam öyle yapalım', 'nasıl istersen', 'tamam haklısın' dersen, bunun hakları olduğunu düşünüyorlar. Bir gün kendini dizginleyemeyip 'ulan hayır onu yapmak istemiyorum' ya da 'hayır, sen haksızın' dediğindeyse teyzemin babama verdiği tepkiyi veriyorlar işte. Özgürlükten, samimiyetten, saygıdan dem vurup bunları, daha da önemlisi iyi niyeti ve açıksözlülüğü(dobralığı değil!) en çok manipüle edenler böyle insanlar işte.

Bunlar beni mutsuz ediyor, sabahları yataktan kalkıp 'ne yapıyorum ya ben, nerdeyim, bu insanlar kim, sırtımı dayayacağım kimse yok resmen' diyip bütün hayatıma yabancılaşıyorum. En kötüsü, amaçsız hissediyorum. Kendimi kaybetmiş hissediyorum, varlığımın hiçbi fark yaratmadığını ve anlamı olmadığını düşünüyorum hatta. Evet, geçebiliyorum öyle ya da böyle, ama ders kitaplarına bakmak midemi bulandırıyor. Önceden bunun sebebinin geçemiyor olduğunu düşünürdüm. Hayır, gerçekten nefret ediyorum. Ve şu anda burada yaşıyor olmamın tek sebebinin bu olması dünyanın en saçma şeyi gibi geliyor. Başka bağlayan bi şey yok beni, o kadar köksüzüm ki burada, mantar gibiyim, 6 sene sonra çürüyüp gidecek bi mantar. Kimse bana buraya ait hissettirmiyor.

Sonra dondurma yemeye gidiyorum, kağıt helva arası dondurma. Şişman bi adam kağıt helvayı gömleğinin altından çıkmış göbeğine süre süre dondurmayla kaplıyor. Ama o kadar az koyuyo ki içine 'o üç top mu?' diye soruyorum. 'EVET' diyor ters ters yandan bakarak. Bi şey demiyor, alıyorum.

- Çikolata sosuyla fındık da alabiliyo muyuz?
- Huff, ver.
- Ne kadar?
- 4 buçuk lira.
- Ama daha dün 4 liraya aldık aynından biz?
- Ne zaman?
- Dün işte.
- Yok 4 buçuk lira o.

Adam o kadar ters biri ki, dondurma ne kadar lezzetli olursa olsun bok gibi gelicek bana. Suratım düşüyor, yanımda Aybüke ve İdil var, onlar da istiyor birer tane. Tam o esnada başka bi adam geliyor, diğerinin işe yeni başladığını, kusura bakmamamızı, fiyatının da 4 lira olduğunu söylüyor. Aybüke ve İdil'inkini o koyuyor güzelinden. Yerken somurtup duruyorum, 'yaa ama benimki bok gibi' diye diye. Kalkıp gidiyoruz, baya da uzaklaşıyoruz, arkamdan koşma sesi duyuyorum, dönüp bakıyorum. Sonradan gelen o adam elinde bi külah dondurmayla koşuyor. Yetişince külahı bana uzatıyor, benim istediğim çeşitlerden koymuş bi de külaha. Nefes nefese 'Kusura bakmayın, kalktığınızı görmedim, yetişemicem sandım, sizinkini az koymuştuk, vicdanım rahat etmedi, buyrun.' diyor. İlk başta şaşırıyorum, teşekkür edip alıyorum sonra. Adam dönüp gidiyor, biz Aybüke ve İdil'le birbirimize bakıyoruz ve benim resmen günüm kurtuluyor. Bununla mutlu oluyorum. Saatlerce sırıtıyorum bu sebepten.

Farkediyorum ki, mutlu olmam aslında ne kadar kolay. Sadece hayatımda beni şu adam kadar mutlu etmeyen, ya da mutlu etmeyi umursamayan insanlar var.

Mutsuz olduğumu hissediyorum, ama farketmiyorum. Yemekle diziyle müzikle ya da derslerle kendimi meşgul tutup bi şekilde, sabahları amaçsız, etrafımdaki bir sürü ama aslında yalancıktan orada olan insanlara uyanıyorum. Farkındalık çok kısa flaşlar gibi gelip gidiyor, şu an da onlardan biri. Çok canın acıyoken uyumak gibi, tatlı uykundan uyanıp canının acıdığını farkeder, tekrar uykuya dalmaya çalışırsın ve dalarsın da. Güzel, hissiz uykuna. İşte o farkındalık tıpkı o can acısı gibi. Onun dışında morfin etkisinde gibi(aslında bir bakıma öyle) uyuşmuş hissediyorum hayata karşı. Hissettiklerimi abartmıyorum, hatta anlatamıyorum bile.

Evet, tatlı uykuda gibiyim bütün o sorumluluklar, yaşamak için yapmam gerken bütün o şeylerin koşuşturmasında. Ama eğer uyanmazsam, ağrıyı durdurmak için hiçbi şey yapamam. Sonsuza kadar uyuyamam.

O yüzden bi karar vermem gerek. Harikalar Diyarı'ndaki Tavşan'ın deliğinin nereye kadar gittiğini mi bilmek istiyorum, yoksa yatağımda uyanıp bütün bunlarla ilgili bi şey mi yapmak istiyorum?

Mavi hap mı yoksa kırmızı mı?


Saturday, April 5, 2014

Neden Böyle Oldu?

Merhaba.
Her zaman olduğu gibi yine bok gibi konulardan bahsedicem, sonra demedi denmesin.

Neden böyle oldu ondan bahsedicem birazcık, başlıktan da anlaşıldığı gibi.

Dün eve geldim. Sınavdan çıkar çıkmaz, sınavdan sonraki ilk uçakla topuklarım götüme vura vura eve koşuyorum hep zaten. Anamı babamı özlüyorum olum ben.

Neyse, geldim eve, evde bi' gerginlik var. Neymiş diye bi soruşturdum babam anneme 'zıkkım' demiş. Oymuş olay. Annem anlatınca güldüm ilk 'öf anne amma abartmışsın' der gibi. Olay şöyle gerçekleşmiş. Annem babamın kahvede olmasına kızmış, halbuki adam daha yeni gitmiş, bütün arkadaşları orda oturuyo falan. Beş kere falan aramış annem 'benim başım ağrıyor sen kahvelerde eğlen' falan diye, babam huzursuz olmuş baya. Sonra da 'eve gelirken makarna al' demiş babama. Babam da makarna alıp eve gelmiş. Eve girer girmez annem paylamış adamı 'nerde kaldın, bu saate kalınır mı' falan diye bir sürü, babam da sinirlenmiş sonra da 'bu zıkkımı da gece gece ne yapacaksınız, yemek de yedik' gibi bi şey söylemiş makarnayı kastederek.

Ben güldüm ama annem baya dolmuştu, ciddili aşırı derecede sinirliydi. Ben aslında annemi tanıdığım için babamı gereksiz yere sıkboğaz ettiğini düşünüyodum, öyle de olmuştur muhtemelen. Ama annem bi cümle söyledi, ve çok haklıydı, çünkü olay kimin haklı olduğu değildi.

" Tamam, ben haksız olayım, belki haksızım, ama o benimle böyle konuşamaz. Benimle tartışsın, derdini anlatsın, kızsın bana ama benimle böyle konuşamaz. "

Haklı. Zıkkım nedir ya, belki annem haksızdı, hatta haksız olduğundan neredeyse eminim ama karşındaki insan, üstelik sokaktaki insan değil, değer verdiğin biri. Kırılabilirsin, incinebilirsin, sinirlenebilirsin. Ama bunu korumak gerek.

Şimdi neden bunu anlattım? Çünkü bu durumun bi 1000 level ötesini düşünün. Ben oradaydım işte. Haksızdım, suçluydum, affedilmez bi şey yapmıştım. Karşımdaki bana sinirliydi, kızgındı, üzgündü. Bu yüzden sinirini kontrol edemediği zamanlarda bana en kibar ifadeyle hakarete varan sözler söyleyebiliyordu. Yine de, affetmek istiyordu. Ben de kendimi dizginliyordum 'katlan, bu insanı kaybetmemek için katlan, sus, bi şey söyleme' diye. Bazen kendimi dizginleyemediğim zamanlarda Fatmagül'ün abisi gibi 'deme öyle, deme ya nolur' diyebiliyordum, karşılığında 'ama öylesin, ben lütfedip sana beni tekrar kazanabilmen için şans veriyorum sen hala bana böyle deme kafasındasın, yazıklar olsun' tadında cevaplar alıyordum. Olsundu, desindi, kaybetmemiştim sonuçta. Soruyodum 'ne kadar sürecek bana sinirin, geçecek mi bi gün', 'yok' diyodu 'bi gün geçebileceğini hiç sanmıyorum, hep böyle olacak heralde, belki ben dayanamam böyle olmaya, çeker giderim, sen de kendini çok alıştırma ama her şeye rağmen değer di mi yani, sen çekilemezsin bu durumda çünkü sen suçlusun'. Her şeyim şüpheli, hatalı, art niyetliydi ona göre. Her şeyimin altında kötü bi' şey yatıyordu, her şeyden önce içimde kötü bi' insan vardı.

Belki doğruydu. Belki kötü bi' insandım, belki kötü bi' insanım. Bazı insanların içinde var kötü olmak. Belki ben öyleyim. Bunu siyah ve beyaz olarak görmek ne kadar doğru, bilmiyorum. Ama diyelim ki, içim simsiyahmış. Olabilir, kimse kendi kendine 'ben çok kötüyüm ya nihahaha' demez gibi geliyor, belki de gerçekten inanılmaz kötü bi insanım. Ama insanım ben ya. Mesela şişman insanlar şişman olduğunu bilmiyo mu sanki, ama sen suratına 'şişmaan şişmaaan' diye bağırıp durursan katlanamaz buna. Ben de yaptığım hatanın büyüklüğünün farkındaydım, kendimi karşımdakinden bağımsız olarak, kendime karşı kötü hissediyordum zaten, bana edilip edilebilecek tüm hakaretleri içimden kendime etmiştim zaten.
Ve gerçekten, bundan kötüsü yok.
Bana göre bunun şiddeti üç aşamalı.
En zararsız olanı sokaktaki tanımadığın insanın sana """şişman""" demesi; en fazla 'ehehe manyak mıdır nedir ya' der yürür gidersin ama içinden de 'ulan şişman mıyım acaba' diye huzursuz olursun.
Bir de fikirlerine ve kendisine değer verdiğin birinin bunu söylemesi vardır; bu cidden acıtır. Demek ki öyleymiş, diye kabullenirsin ya da ona sinirlenir ama içten içe haklıdır kesin dersin.
En kötüsü ise kendi kendine aynada bakıp 'ulan gerçekten de ayı gibi şişmanım' demek. Kime sinirleneceksin, nasıl inkar edeceksin. Kabullenmekten başka çaren yok ki, iğrenç bi şey bu.

Şişman, sembolik orada, elli tane tırnakla belirtmeye çalıştığım gibi.

Anlatmaya çalıştığım, insan olduğumu vurgulama sebebim, insana katlanabilirmiş gibi geliyor, 'suçluyum, belki de böylesini hakettim' diyorsun kendine ama, insan olduğun için sana günde defalarca, günlerce aylarca hakaret edilmesine katlanamıyorsun. Olmuyor yani.

Ben kendinden mutsuz bi insanım zaten, paketten mutsuz çıkıyorum. Bunu en iyi Gülçin ve Aybüke bilir, ikisiyle de genel anlamda benzer sorunlar yaşadığımız için çok rahat açılabiliyorum, cidden mutlu değilim, ekstra yargılamaya ve mutsuz edilmeye ihtiyacım yok. Ya hepimiz doğduk büyüdük ve bi şekilde hayatımızı katlanır kılmaya çalışıp yaşamaya çalışıyoruz.  Hepimizin içinde kötülük de var iyilik de. Kötü yanlarımızı ortaya çıkaran şeyler de var; iyi yanlarımızı ortaya çıkaran şeyler de. Ne biliyim, birisi içki içtiği zaman kabadayıya bağlayabiliyo olabilir ya da maç izlerken küfürbazlaşabilir ya da ders çalışırken tahammülsüz olabilir. Bunlar minor örnekler. Bunun gerçekten de daha büyük etkileri olanları var. Bazı insanlar, bazı ilişkiler, bazı eşyalar, bazı anılar kötü yanınızı ortaya çıkarıyor olabilir. Kötü yanımı ortaya çıkaran şeylerden uzak durmaya karar verdim ben. Bu da büyük sorumluluklar sanırım. Büyük sorumluluklar almaktan kaçınıcam, belki korkakça ama en azından kendimi eğitene kadar böyle. Tutacağımdan kesinlikle emin olmadığım sözler vermeyeceğim, boyumdan büyük konuşmayacağım, kaldıramayacağım taşın altına elimi sokmayacağım. Ama artık beni kendimden başka kimsenin yargılamasına da izin vermeyeceğim. Çünkü çok çok iyi biliyorum ki kendimi en acımasız yargılayan varlık zaten benim.

Bütün bunlar çok zor, her şeyden önce alışkanlıktan kurtulmak dünyanın en zor şeyi. Ama ben böyle iyiyim, böyle kalmaya da devam edeceğim. Yabancılaşmakla suçlanırsam da söyleyebileceğim tek şey, keşke, olur ancak. Çünkü o zaman zincirdeki o sokakta tanımadığın insan basamağına çıkar durum ve en fazla 'manyak mı ne' der yürür giderdim. Ne yazık ki, ikinci ve üçüncü basamaklar da kucağa alınıp göğsüme göğsüme basılıyor, nefes alamıyorum. Umarım iyi hatırlanırım, ama hatırlanmayıp bağırılıp çağrılacaksam ya da kötü konuşulacaksam da artık gerçekten umursamayacağım. Çünkü elimden bi' şey gelmiyor artık. Yoruldum. Kulağıma geliyor gibi 'ben lütfedip sana bu şansı vermişim bir de utanmadan yoruldum mu diyorsun?' Evet. Diyorum.

Çünkü insanım ben.
İnsan.
İnsan.
Bir kere daha;
İnsan.

Friday, March 28, 2014

Virgül.

Geçen Cumartesi, arkadaşımla balık ekmek yemeye gittik. Biz dışarıda oturuyoduk, tam camekanın yanında, hemen yanımızda, camekanın diğer tarafında da üç kadın da oturmuş balıklarını yiyodu. Mutsuzluklardan mutsuzluk beğendiğim bir günümdeydim, son yazımı yazdığım gün hatta.

Neyse işte güzelli yemek yemenin sahte ve geçici mutluluğunun tadını çıkarmaya çalışıyodum -etraftaki bütün mutluluk kırıntılarını absorbe ediyordum-, kafamı bi' çevirdim ki, içeride oturan kadınlardan biri bana gözlerini dikmiş bakarak gülümsüyor. 'Ulan suratımda bi şey mi var' diye düşündüm kafamı çevirdim yüzümü temizledim, sonra dayanamadım tekrar baktım, bu sefer üç kadın da dönmüş bana bakıyodu. 'Oha' dedim 'çıplak mıyım neyim bu ne ya'. Kadınlar hala gözlerini kaçırmıyodu. Ben de kafamı 'ne var lan' manasında salladım. Kadın da böyle, of nasıl anlatılır bu, camekanın arkasından, işaret parmağını yüzüne çevirip yüzünün önünde bi daire çizdi, sonra da eliyle şu hareketi yaptı:


Ehehe, amca da ne içli yapmış di mi, bu hareketi bulabildiğim tek resim buydu napiyim. Google aramalarımı görseniz, piii. ' Çok güzel el hareketi ' 'Lezzetli el hareketi' 'Mmm hareketi' falan yazdım, yalnız lezzetli el hareketi yazarken lezzetli çipetpet çıktı ilkin, ona çok güldüm. Bunlardan bi bok çıkmadı, en fazla whatsapp'taki top smiley'si falan vardı. Ama bu resmi ne yazarak buldum biliyo musun?

Kimse bana şu saatten sonra zeki değilsin demesin.

Neyse, velhasıl, esas konu kadın baya baya bana 'güzelsin ona bakıyoruz' dedi. Başta dedim ki 'yha achaba bnlar bnle dlga fln mı gçylr .s.s..s' ama yok kadın çok içten gülümsüyodu. Ulan dedim, ne güzelli hismiş. O hareketi yaptıktan ve bende jeton düştükten sonra kafamla 'teşekkürler' hareketi yaptım, sonra kalkıp gittiler. Hiç yani bi beklentisi bi şeyi yok, kadın bi de ne beklentisi olucak. Hayır ama öyle içtendi ki, erkek olsaydı bile öyle beklentili bi şey düşünmezdim.

Yani, o sabah yazdığım yazıyı bitirememiştim aslen. Dönüp eklemek falan istiyordum dışarı çıkarken. Bi' virgül koydum oraya ama virgülden sonrasının böyle olacağını tahmin edememiştim. Anlatım bozukluğu gibi gün oldu, virgülden öncesiyle sonrası acayip tutarsız oldu; ama tatsız başlayıp tatlı bitmesi, tam tersinden iyidir.

Son zamanlarda başıma gelen en güzel şeydi, Buket orda direk 'bak bu insanın başına hep gelmez, yaz bunu dursun bi yerde' falan dedi ama yazmaya fırsatım olmadı günlerdir. Şimdi nedense şu şarkıyı dinlerken aklıma geldi de, beş dakikada bi çiziktireyim dedim.

Yazarken dinledim:


Güzelli günler.
Dersinizi çalışın benim gibi eşek olmayın.
Virgül koymadım, dikkatinizi çekerim. Ama bence herkes virgülün aslında nerede olduğunu biliyor.


Görüşürüz,
Nupelda.

Saturday, March 22, 2014

Tired of Trying.

Bıktım.

Bu yazıyı burada bitirebilirim, tek kelime. Diğer anlatacağım şeylerin hepsini barındırıyor zaten şu tek kelime. Ama içimi dökmem lazım, yazmaktaki esas amacım bu zaten.

Bıktım. Her şey için fazladan çaba göstermek zorunda olmaktan bıktım. Ulan, diyorum, böyle hisseden ben miyim sadece, etrafıma bakınıyorum, bazı insanlar benimle aynı durumdalar, evet. Ama umurlarında değil, ya hiç sıkılmıyor musun, bi an olsun iplerini koparmak istemiyor musun?

Okuduğum bölüm çok ağır, vermem gereken kilolar var, evim çok uzak, insanlarla senin kadar iyi anlaşamıyorum (kim olursan ol, öyle), ulan ayaklarıma uygun ayakkabı bulmak bile aşırı aşırı zor.

Fazla çalışmam, az yemem, ailemin yakında olmamasına alışmam, yalnız olmayı dert etmemem, uygun bi' ayakkabı bulmak için bir ay falan mağaza gezmem lazım.

Ağzına sıçtığım hayatımın en güzel anlarını film izlerken, müzik dinlerken, kitap okurken yaşıyorum artık.

Bıktım lan.

Valla billa bıktım.

Benim için insanlarla konuşmanın alternatifi değil yazmak.
Yazmanın alternatifi insanlarla konuşmak.

Bu hep böyleydi, kendimi sahip olmadığım kişiliklere büründürmekte üstüme yok, aynaya bakıp yeterince yalan söylersen inanıyorsun ya. Ben basit mutlulukların insanıyım dedim baya uzun bi süre. Aa keçeli kalem aldım heheh mutluyum, aa oyun hamuru, oley oje, hayır ruj aldım çok mutluyum heheheh.

Hayır.

Değilim.

Bıktım sadece.

Yazarken dinledim: (Tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar...tekrar tekrar dinledim.)

Sunday, January 26, 2014

Obsesyon.

Dünyanın en güzel şeyi değil mi?

Yalnız, ne tür bir obsesyondan bahsettiğimi açıklamalıyım muhtemelen. İnsanları takip edip, rahatsız edecek kadar etrafında dolaşıp, fotograflarını falan çekerek hastalık derecesindeki bir obsesyon değil bu. Bir kitaba, kitap serisine, filme, film serisine, bir aktöre, bir müzisyene, bir markaya, bir ressama, topluma malolmuş bir şeye karşı duyulan obsesyon bahsettiğim. Bu aslında herkese oturmayan bi' durum, kişiliğin bir uzantısı gibi bi' şey. Herkes çok etkilenmeye meyilli değildir, bazı insanlar sadece kendi yaşadıkarından etkilenirler ya da sadece ulaşabileceği insanlardan çok hoşlanırlar. Bazı insanlar ise filmlerdeki/kitaplardaki/şarkılardaki mükemmel hikayelerden, ulaşılmaz mükemmel adam/kadınlardan hoşlanırlar. Dediğim gibi, bu kişilikle alakalı bi' durum çoğunlukla. Zamanla edinilen ya da kaybedilen bi' durum olmadığını düşünüyorum, çok ekstrem şartlar oluşmadığı sürece.

Mesela ben, kendimi bildim bileli böyleyim.

Kitaplardaki karakterlerle arkadaş olmamla başladı. Hatırlayabildiğim en eski şey, Harry Potter takıntım. 7 yaşındaki bir kız çocuğuna, ilkokul birinci sınıfa giden bir öğrenci için son derece kalın kitapları bir ya da iki günde okutmayı beceren kitaplardı, olayı sanırım herkes biliyor. Ve gerçekten, sahip olduğu zekadan memnun ve bu konuda eleştirilmeyi -kendisi tarafından bile olsa- asla kendine yediremeyen ben, 11 yaşıma basana kadar Hogwarts'tan bir kabul mektubu gelmesini bekledim. Yürekten inanmıyodum, evet, ama hiç umudum yoktu dersem yalan söylemiş olurum. Kabul mektubumu beklerken bahçedeki ağaç dallarından sayısız asa yaptım, o kadar ki artık üzerlerine şekiller falan yapmaya başlamıştım, profesyonelleşiyordum. Tek sorunum Ollivander'ın kitapta bahsettiği anka teleği, unicorn boynuzu gibi özlere sahip olmamamdı. Yoksa olacaktı, büyü yapacaktı asalarım! O kadar kafayı yemiştim, evet. Sitenin arka bahçesine diagon yolu'na açılan geçidi çizdim, kırık tuğlaları; mahalledeki çocuklardan quidditch kadrosu oluşturdum; Çapulcu diye temel olarak taş ebesine benzeyen, yaratıcılıktan nasibini alamamış bi oyun icat ettim. Yastığımın altında Daniel Radcliffe resimleriyle uyudum, rüyamda defalarca Hermione oldum, annem artık kafayı yediğimi düşündüp neredeyse ezberlemiş olduğum Harry Potter kitaplarımı elimden aldığında, gece herkes uyuduktan sonra yorganın altında fenerle gizlice okudum, Hermione'ye özenip mahallede bize kabadayılık yapan çocuğu burnundan yumrukladım.

Eş zamanlı olarak ve sonrasında diğerleri geldi; Narnia, Star Wars, Stephen King romanları, Marvel kahramanları, DC kahramanları vs vs. Belli ki bu dünyadan olmak istemiyordum, gizemli ve büyülü şeylerin olduğu hikayelerin içinde yaşmak istiyordum. Küçük bir kız çocuğu için makul bir istek. Gerçek olamayacak kadar iyi ve gerçek olamayacak kadar kötü karakterleri olan, sihrin ve imkansız şeylerin mümkün olduğu bir dünyadan büyülenmeyecek yaşında bir çocuk gösterebilir misiniz bana? Yani ben kendimi bildim bileli şimdi tumblr'da facebook'ta yazıp durduğumuz 'fangirl' (türkçe karşılığı ne ola ki, fankızlık mı? olmadı sanki.) kelimesinin hayat bulmuş haliyim. 7 yaşındaki ben de, (daha kontrollü de olsa) an itibariyle 20 yaşındaki ben de. Etkilenmek, net doğruların net yanlışların ve harika hikayelerin olduğu sanal dünyada kaybolmak için hazır bekleyen ben.

İlkokul 3. ya da 4. sınıfta 'Uzay Maceraları' diye bir kitap yazdım; her şeyi benim eserimdi, resimliydi, resimlerini tek tek kendim çizdim. Bütün hikayeleri kendim kurguladım. Her şey birkaç arkadaşın (kahramanlar ben ve arkadaşlarımdan oluşuyordu) kendilerine karton kutulardan bir uzay mekiği yapıp içinde uyuyakaldıktan sonra uyandıklarında kendilerini sihirli bir şekilde gerçek bir uzay gemisinde uzayın derinliklerine yolculuk yaparken bulmasıyla başlıyordu. Bir sürü macera yaşayıp, prensesler ve gezegenler kurtarıp, bi anda kendilerini karton uzay gemilerinde uyanırken buluyorlardı. Ama kitabın sonunda bir soru işareti bırakmayı ihmal etmedim, uyandıktan sonra hepsi aynı rüyayı görmüş olduklarını farkediyor ve her biri ayrı ayrı sırt çantalarında maceralarına ait birer hatıra buluyorlardı. Tamam inanılmaz falan değil, yine de kabul etmelisiniz, 9 yaşındaki bir çocuğa göre oldukça iyi bir kurgu, hehe.

Ortaokul ve lise de bir şeylere takıp durmamla devam etti; Harry Potter kesintisiz bir şekilde devam etti, Yüzüklerin Efendisi, Heroes, Spider Man, Oasis, Doctor Who, Placebo, Stephen King, White Stripes, özellikle Jack White, Star Wars, Ersin Karabulut, James Franco (Tristan+Isolde'u izledikten sonra tam bir takıntıya dönüştü) hatta ve hatta Foster's Home for Imaginary Friends'ten Bloo. Etrafımdaki insanlar bıkana kadar durmadan bunlardan bahsediyordum. Her birine inanılmaz bir şekilde takıntılıydım. Ve bunu söylerken abartmıyorum. Sömestr tatilinde 15 günde çoğu Stephen King olan 20den fazla kitap okudum. 2 gece üst üste sabahlayarak bir Tristan+Isolde, bir Kurt Cobain portresi çizdim; bir daha o kadar güzel hiçbir şey çizemedim. James Franco'nun varolan tüm filmlerinin DVD'lerini aldım, lisedeyken küçük kardeşimle oturup Foster'ın Hayali Dostlar Mekanı'nı izledim, yıllarca Harry Potter RPG oynadım vs vs

Bunları düşünmemi tetikleyen şey ise, son zamanlardaki Sherlock takıntım. BBC'nin çektiği Sherlock'tan sonra, Benedict Cumberbatch'e ayrı, bağımsız olarak Sherlock Holmes'a ayrı bir sempati beslemeye başladım. Bir yandan Benedict'in oynadığı filmleri/oyunları izleyip bir yandan da Sherlock Holmes ile ilgili yazılmış/çekilmiş her şeyi sömürmeye başladım.

Anlatmaya çalıştığım şey şu ki, açıkça, bağımlı olmayı seviyorum. Beni mutlu ediyor. Örneğin; Benedict'in Hobbit'te Smaug'u canlandırması (sesinin yanında motion capture dedikleri olayda da benedict rol almış) senden 'hmm iyiymiş' tepkisi alabilir. Ama ben bunu öğrendikten sonra filme gitmeden evvel heyecandan uçuyordum. Sevdiğim ve gerçekten izlemekten zevk aldığım bi' adam, sevdiğim ve gerçekten izlemekten zevk aldığım bir yapımda yer alacak diye mutlu oluyorum. Bedavadan ekstra mutluluk. Ya da öylesine bir film/dizi izlerken Doctor Who ile ilgili, ya da Harry Potter'la ilgili bir espri falan yapıldığında hissettiğim o mutluluk. Sanırım bu yüzden seviyorum bunu. Şey gibi bu, yabancı bir filmde 'Türkiye, İstanbul' falan dendiğinde yaşanan o mutluluk hissi, hehe.


Hatta geçen gün bunu düşündüm, bazı filmleri Benedict oynuyo diye izliyorum, adamın rolü on dakka falan. O on dakka yaşadığım mutluluğu buna benzetiyorum.

+Rick dostum bu Benedict'e o kadar para veriyoruz ama sanki biraz saçma oldu on dakka oynatmak.
-Yok yok bilerek yaptım ben onu, fangirl'ler seviniyorlar filan...

Hehe.

Neyse sıkıldım.
Durumlar böyle.
Görüşürüz.
Allah bilir ne zaman.